Depremler Farklı, Katiller Aynı: 1970 Gediz Depreminden Sonra

7 Nisan 1970 tarihli ANT dergisi Gediz Depremi’ni konu aldı. Derginin dile getirdiği eleştirilerin 53 yıl sonra geçerliliğini koruduğunu görmek acı verici.

6 Şubat’ta yaşanan Maraş depreminden sonra iktidar medyası “Asrın Felaketi” diye dezenformasyona başladı. Haklı olarak akla aynı gazetelerin 17 Ağustos 1999 depreminde “Devletin Çöküşü” manşetiyle çıktıkları geldi.

Ben de sizi biraz daha geriye, 1970 Gediz Depremine ve deprem sırasında haftalık olarak yayımlanmakta olan ANT dergisinin yazdıklarına götürmek istiyorum. Gediz Depremi 28 Mart 1970 tarihinde Kütahya’nın Gediz ilçesinde gerçekleşmiş, 3000’den fazla evin yıkılmasıyla sonuçlanmıştı. Resmi açıklamalara göre 1000’den fazla insan ölmüş, 80 bin kişi de evsiz kalmıştı. Dönemin Başbakanı Adalet Partisi başkanı Süleyman Demirel’di.

ANT sosyalist dergiciliğin ülkedeki ilk örneklerindendi ve Gediz Depremi sırasında deprem ile düzen ilişkisine dair yazdıkları bugün de okumaya değer. Hükümetler değişse de devletin sözde muhalefetle birlikte depremleri nasıl yönettiğini göstermesi açısından değil yalnızca. Yazılmasının üzerinden 53 yıl geçmiş bir yazıyı bugün okuyunca pek az şeyin değiştiğini görüyoruz. Erdoğan “bana bir yıl verin” diyor, ama Türkiye’nin deprem tarihi egemen sınıflara 53 yıl verilse de bizi öldürmekten vazgeçmeyeceklerini gösteriyor.

Depremden 10 gün sonra çıkan 7 Nisan 1970 tarihli ANT dergisi “Binlerin Katilleri Kimlerdir?” manşetini atmış. Derginin konuya ilişkin başyazısı da şöyle diyordu:

Türkiye’de üç beş yıl geçmemektedir ki deprem yüzünden yüzlerce, binlerce vatandaş can vermesin, evsiz, barksız, aç, malul kalmasın… Her depremden sonra oynanan klasik bir oyun vardır:

Önce gazetelerde 120 punto, 144 punto felaket manşetleri karartılmış başlıklar.

Ardından Cumhurbaşkanı (ki bu defa neden sonra deprem bölgesine gitmek lütfunda bulunmuştur), Başbakan, bakanlar, parti temsilcilerinin deprem bölgesine cevelanı.

Onun ardından Başbakan’ın gerekli tedbirlerin alındığına dair beyanı ve “Herşeyi yeniden yapacağız” vaadleri.

Onunla beraber muhalefet sözcülerinin yardımların mahalline zamanında yetiştirilmediğine dair demeçleri, yani “biz işbaşında olsaydık bu yardımlar hemen elinize geçerdi” misullü göz kırpmaları.

Ondan sonra yardım kampanyaları, Kızılay çadırları, gazetelerin tiraj almak için düzdükleri yardım kervanları, yurt dışından gelen yardımlar vs. vs.

Gelen yardımların felaketzedelerin eline geçmeden vurguncuların elinde eriyip gitmesi… Yıkılan evlerin yerine yenilerinin yapımında bir yığın ihale, inşaat yolsuzlukları ve ondan sonra kulağının üstünde kış uykusuna yatma!

… Demirel demektedir ki: “Kimse açıkta kalmayacak.” Bu demektir ki “Kısa zamanda birkaç müteahhit daha zengin olacak.“… Hafızası kuvvetli olanlar bilirler: Varto Depremi olduktan sonra da “kimsenin aç ve açıkta kalmaması için” bir komite kurulmuş, başına da bir müteahhit getirilmiştir. Müteahhit ilk iş olarak deprem bölgesinde kurulacak barakaların kereste işini Demirel’in biradeeri Şevket Demirel’e vermiştir… Varto’da yaptırılan 1044 barakanın her biri 3500 liraya mal olacakken müteahhitlere 6000 liraya ihale edilmiş, müteahhitler bir kalemde 2.607.912 lira çarpmışlardır.

Bunları dedikten sonra dergi Gediz’de yaşanan deprem cinayetinden kimin sorumlu olduğunu soruyordu:

Devlet kimlerin elinde? Devlet askeri okuldan çıkıp elli yıl bürokratik kademelerde yükselirken 100 milyon liralık gayrimenkul sahibi olanların, üç beş günlük başbakanlığı döneminde kardeşlerine milyonlarca kredi açtırıp devletin arsalarını yok pahasına kendi sülalesine peşkeş çekinlerin elinde?… İşte bu insanlardır Türkiye’de iktidar edenler ve de muhalefet edenler.
Binlerin katilleri kimlerdir? Katiller bellidir. Bu “takdiri ilahi” değil “cürm-ü sınıfi“dir [sınıfsal suç]. Elbet birgün o sınıf, mensuplarıyla ve uşaklarıyla tarihin sanık sandalyesine oturtulacaktır.

Gerçekten de öyle: Takdiri ilahi değil, cürm-ü sınıfidir bu. Sınıfsal suçlara adalet istemenin yolu da bir başka devlet memurunu, karadenizli müteahhiti ya da eski 12 Eylül askeri savcısını devletin başına getirmekten değil, devrimden geçer. ANT’ın yazısının tamamını, ülkenin yapılaşmasında yaşanan sorunlara, depremlerden sonra yapılan yolsuzluklara değinmesi açısından okumanızı tavsiye ederim. PDF halini şuraya iliştirdim.

Yeni Çevirim Yayımlandı: XX. Yüzyıl Dünya Tarihi

Çevirdiğim bir kitap bu ay Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Modern Dünyanın Yeniden İnşası 1900-2015 [Remaking the Modern World] adıyla yayımlanan çalışma bir “küresel tarih” çalışması.

Peki küresel tarih nedir? Küresel tarih, tarih disiplini içinden son 20 yılda çıkmış bir alan ve önceki benzer tarihçilik girişimlerinden bazı noktalarda ayrılıyor. Tabii ki geniş coğrafyaları ve zamanları içine alan çalışmalar yapmak konusunda eski kuşak tarihçilerin ve tarihsel sosyolojiyle uğraşanların (mesela Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri çalışmasıyla Barrington Moore aklıma geliyor) sonrakilerden geri kalır bir yanı yoktu. Fakat bu çalışmalarda inceledikleri ülkeleri dünyanın geri kalanından katı sınırlarla ayrılmış, dışarısıyla hiçbir alışverişi olmayan kapalı birimlermiş gibi analiz ediyorlar, sonra da birbirleriyle karşılaştırıyorlardı. Bu yaklaşıma daha sonra “metodolojik milliyetçilik” adı verildi: Yani bir toplumun tarihini ve toplumsal yapısını anlamak için o toplumun milli sınırlarında olup bitenleri çözümlemenin yeterli olduğunu düşünen, belki kendisi değil ama metodolojisi milliyetçi yaklaşım.

Okumaya devam et

“Serbest Ticaret Emperyalizmi”: Yeni Sömürgecilik Teorisinin Erken Bir Örneği

Britanya İmparatorluğu’nun Hindistan’daki Naibi Lord Curzon ve eşi. Sömürgecilerin çok sevdiği kaplan avlarında 1875-1925 arasında 80 bin Hint kaplanı öldürüldü. 1964 yılında kaplan nüfusu tükenme tehdidiyle karşı karşıyaydı.


Henüz çevrilmediğini öğrenince şaşırdım: John Gallagher ve Ronald Robinson 1950’lerde Oxford Tarih Bölümü’nde çalışan iki akademisyendi ve 1953 yılında yazdıkları “Serbest Ticaret Emperyalizmi” başlıklı makaleleri kimi tarihçilere göre “en fazla atıf almış tarih makalesiydi”.[1] Tarihçi Richard Toye da bu 16 sayfalık makaleyle Gallagher ve Robinson’ın imparatorluk tarihçiliğinin “altını üstüne” getirdiğini söylüyor.[2]

Covid-19 hapsi günlerinde kafa dağıtmak için makaleyi çevirmeye başlamıştım ve çeviri nihayet tamamlandı. Altta verdiğim bağlantıdan indirip okuyabilirsiniz. İlgilenebilecek arkadaşlarınız ve hocalarınızla da paylaşırsanız memnun olurum.

Önemi nedir?

Makale ’53 yılında yayımlanmasının ardından Gallagher-Robinson Tartışması olarak da bilinen tarihçiler arası bir diyaloğu başlattı. Özelde Britanya emperyalizminin genelde de emperyalizmin tarihinin nasıl yazılması gerektiğine dair bir tartışmaydı bu. 

Okumaya devam et

Bilim Tarihçiliğini Yeni Bir Kalıba Döken Sovyet Fizikçi: Boris Hessen

Boris_Hessen

Boris Hessen

Sovyet fizikçi Boris Hessen, başında ünlü Sovyet kuramcı Nikolay Buharin’in bulunduğu bilim heyetinin bir üyesi olarak 1931 Temmuz ayında Londra’ya geldi. Heyetin amacı Sovyet bilimindeki son gelişmeleri Batılı akademisyenlerle paylaşmaktı.

Hessen’in burada sunduğu “Newton’un Principia‘sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri” başlıklı ve benim de aşağıda çevirisini paylaştığım bildiri, toplantının en parlak çalışmasıydı. “Kökenler” o tarihten itibaren bilim tarihi, bilim sosyolojisi araştırmalarının kurucu metinlerinden biri olarak anılır oldu. Sovyet heyetinden çok etkilenmiş olan bilim tarihçisi J. D. Bernal, Hessen’in metni için “Hessen ve Newton üzerine yazdığı makale İngiltere’de bilimin tarihinin yeniden değerlendirilmesi için yeni bir başlangıç noktası oluşturdu” diyordu.

Geçen sene yayımlanan ve bildirinin bilim tarihi çalışmaları üzerindeki yankısını inceleyen bir makele, Hessen’in metninin 1980’lere kadar dünyadaki ve Sovyetler Birliği’ndeki bilim tarihi, düşünce tarihi tartışmalarını nasıl belirlediğini ele alıyor. İlgilenenler için okumaya değer: Ienna & Rispoli. “Boris Hessen at the Crossroads of Science and Ideology: From International Circulation to the Soviet Context”, Society and Politics 13, No.1(25)/Nisan 2019.

Bildirinin bugün de hala geçerliliğini koruyan iki temel argümanından söz etmek mümkün.

Birincisi, Hessen “fiziği yoktan var eden” dahi Newton efsanesinin yerine, kapitalist üretim ilişkileri içindeki sayısız bilim emekçisi tarafından zaman içerisinde yaratılan toplumsal bilgi birikimini koyuyor. Ona göre Newton fiziğini oluşturan unsurlar Newton’dan önce dağınık halde zaten ortaya çıkmıştı (Newton da zaten “Eğer diğerlerinden ileriyi görebildiysem bu devlerin omuzlarında yükseldiğim içindir” demişti): Avrupa’daki kapitalist sanayileşmenin ihtiyaçları, savaş endüstrisinde gelişmeler, coğrafi keşiflerle öğrenilenler ve temel fizik kuramları modern fiziğin yapı taşlarıydı. Hessen bunun nasıl olduğunu insanın ufkunu genişleten bir disiplinlerarası, ulusaşırı inceleme yaparak ortaya çıkarıyor.

Bu çok güçlü, bilimsel düşünme tarzını derinden etkileyen bir tespit. Öyle ki, Marksizmin can düşmanlarından biri olarak bilinen liberal The Economist dergisi bile, Hessen’den 90 yıl sonra kuantum bilgisayarların gelişimini açıklarken Hessenci teze başvuruyor Eylül 2020 sayısında:

Kuantum bilgisayarlar binlerce matematikçinin, deneysel fizikçinin ve mühendisin sırtında buralara kadar geldi. Bu durum, Apple’ın kurucusu Steve Jobs etrafında yaratılan kültte olduğu gibi, innovasyonu açıklamak için kullanılan “büyük adam” teorilerinin sınırlarını da hatırlatıyor. İnnovasyon için yaygın olarak kullanılan o imge, yani tek tek teknolojilerin önce fikir olarak ortaya çıkıp sonra pürüzsüz bir şekilde ürüne dönüştüğü “proje hattı” imgesi fazla muntazam kalıyor. Kuantum bilgisayarlardaki bir ilerleme, lazerlerden tutun kriyojeniye kadar diğer onlarca alandaki ilerlemeye bağlı.

Bu demek değli ki son adımları atanlar, yeni doğan teknolojileri alıp onlardan kârlı işler ortaya çıkarmaya çalışanlar önemsizdir. Ancak bu başarının daha fazlasını görmek isteyenler, onlar kadar takdir görmeyen, onlar kadar göz alıcı olmayan işlerin her şeyden önce geldiğini aklında tutmalı. (The Economist, “What Quantum Computers Reveal About Innovation”, 26 Eylül 2020)

Burjuvazinin “sembolik emek” sömürüsünü görebiliyor musunuz? Yani Elon Musk, Steve Jobs gibi isimler yalnızca şirketlerinde, fabrikalarında binlerce emekçinin emeğini maddi olarak sömürmekle kalmıyorlar. Kendilerini büyük yenilikçiler, mucitler, milyonların hayatını değiştiren dehalar olarak sunarak, aslında binlerce mühendise, matematikçiye, fizikçiye, laboranta kolektif olarak yönelmesi gereken takdiri, tebriği, aferini, hayranlığı, teşekkürü, popülerliği de çalıyorlar. Burjuvazinin sembolik emek sömürüsünün tarihi de keşfedilmeyi bekliyor.

İkinci önemli katkı ise, Hessen’in Newtoncu mekaniğe karşı Einstein’ın fizik anlayışı ile diyalektik materyalizmi harmanlayan bir görüş öne sürmesi. Yazar bu bölümde tarih kadar Marksist felsefeye de hakim olduğunu gösteriyor ve tüm materyalist görüntüsüne karşın Newton’un evren tasarımının aslında idealist ve mekanik olduğunu ortaya koyuyor.

Hessen’in bu mekanizm eleştirisinin güncelliğini hala koruduğunu, bambaşka bir alanda, toplumsal cinsiyet araştırmaları alanında yazılmış bir makaleyle karşılaştığımda anladım. Editörlüğünü Tithi Bhattacharya’nın yaptığı, 2017 yılında yayımlanan Social Reproduction Theory adlı çalışmada bulunan ve David McNally tarafından kaleme alınmış olan “Intersections and Dialectics: Critical Reconstructions in Social Reproduction Theory” başlıklı makalenin, son yıllarda feminist çalışmalarda çok popüler hale gelen “kesişimsellik” (intersectionality) yaklaşımını eleştirmek için Hessen’in mekanizm eleştirisinden yararlandığı çok açıktı. Bu durum Hessen’in öne sürdüğü görüşlerin, yani aslında diyalektik materyalizmin yalnızca evrenin değil, toplumların da işleyişini anlamakta ne kadar işlevli olduğunu gösteriyor.

Ben bu makaleyi Muğla Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde çalışan Vefa Saygın Öğütle’nin önerisi üzerine 2010 yılında çevirmiştim. Makale daha sonra Öğütle’nin titiz editörlüğüyle onun ve Bekir Balkız’ın derlediği, Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar ve Tartışmalar adlı derlemede yayımlandı.

Normalde çevirisi yapılmış bir metnin, eğer çeviride sorun yoksa yeniden çevrilip yayımlanması etik bulunmaz. Ne yazık ki Hessen’in makalesi geçen sene Yordam Yayınları tarafından yeni bir çeviriyle tekrar yayımlandı. Kendilerine çeşitli kanallardan ulaşıp neden böyle yaptıklarını sorduğumda da “daha önce bir çevirisinin yayımlandığını bilmiyorduk” dediler. Ne diyeyim?

Yordam’a öneri: Google > Ara > Hessen Newton Toplumsal Ekonomik.

Aşağıdaki görsele tıklayarak “Newton’un Principia‘sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri” makalesini indirebilirsiniz (400 kb). İyi okumalar.

Hessen_Newton_Principia_Gorsel

Küreselleşme Çağında Emperyalizm

Çevirenin Notu

Aşağıdaki makale önce Monthly Review dergisinin Temmuz 2015 sayısında, ardından da aynı derginin Ocak 2017 tarihli Türkiye basımında benim çevirimle yayımlandı.

Türk Lirasının birkaç senedir devam eden değer kaybının bir yanlış politika değil de, halk sınıflarını hedef alan bilinçli bir gelir devalüasyonu, yani bir yoksullaştırma girişimi olduğunu düşündünüz mü hiç?

Lirada değer kaybının rekor seviyede olduğu bugünlerde, aşağıdaki makalenin ele aldığı meseleyi özellikle ilginç bulabilirsiniz. Yazarlar, yeni-sömürge ülkelerde paranın yaşadığı değer kaybının emperyalist sistemin içkin bir özelliği, bir politika olduğunu ileri sürüyorlar. Kapitalist sistem serveti para cinsinden hesapladığı için emperyalizm kendi parasının değerini korumayı özellikle istiyor. Çünkü merkezdeki paranın (Dolar, Euro) değerini ne kadar korurlarsa, servetlerini de o kadar korumuş oluyorlar.

Yazarlar “metropoldeki paranın değerinin korunması, işçi nüfusunun o metayı talep eden herhangi bir kesimine yönelik olarak yapılan gelir deflasyonu uygulamasıyla sağlanabilir” diyor ve ekliyor:

“Maliyenin ağırlığının arttığı mevcut süreçte, paranın değerinin korunmasının aciliyeti her zamankinden fazladır. Bu nedenle, özellikle de çevre ülkelerdeki işçilere genel bir gelir deflasyonu dayatması yapmaya duyulan ihtiyaç her zamankinden daha çok hissedilir.”

Liranın birkaç yıldır yaşadığı değer kaybını değerlendirirken, AKP’nin ekonomi politikasına ilişkin “damat” ya da “uzun adam” ile sınırlı, sığ eleştirilerden kaçınmamız gerekiyor. Sorunu daha büyük bir çerçeveye yerleştirerek anlamak gerek. Makale bu konuda yardımcı olabilir. PDF versiyonunu da buradan indirebilirsiniz.


Küreselleşme Çağında Emperyalizm

UTSA PATNAIK & PRABHAT PATNAIK

Kapitalizm, servetin büyük bir bölümünün ya para ya da parayla ifade edilen varlıklar, yani finansal varlıklar halinde elde tutulduğu, parayı en üst düzeyde kullanan bir sistemdir. Bu sistemin işleyebilmesi için, emtia karşısında paranın değerinin sürekli olarak düşmemesi esastır; aksi takdirde insanlar para bulundurmaktan vazgeçer ve para yalnızca bir servet biçimi değil, bir dolaşım aracı bile olmaktan çıkardı.

Okumaya devam et

“Koronavirüs asla yok olmayacak”

Not: Dün (4 Ağustos 2020) The Atlantic dergisinde yayımlanan bu yazı hoşuma gitti, ben de hızlıca tercüme ettim. Arada sırada böyle metinleri çevirmeye devam edeceğim. Blogu takip edin!

Covid_bizimle

Sarah Zhang

COVID-19’a neden olan koronavirüs altı kıtada 16.5 milyondan fazla insanı hasta etti. Virüsü hiç kontrol altına alamayan ülkeler kavruluyor. Kontrol altına alabilmiş ülkelerdeyse yeniden yükselişe geçiyor. Koronavirüsün kontrol altına alınabileceği zamanlar artık muhtemelen geçti. Neredeyse kesin gibi görünense şu: Bu virüs asla yok olmayacak.

Koronavirüs artık her yerde, fazlasıyla da bulaşıcı. Uzmanlara göre en olası senaryo, yeterince insana bulaşınca ya da aşı yapılınca salgının bir noktada sona ermesi. Ancak virüs dünyanın her yerinde düşük seviyelerde dolaşmaya devam edecek. Vakalar zamanla eriyip azalacak. Sağda solda salgınlar yaşanacak. Çok beklenen o aşı geldiğinde bile virüsü yalnızca baskılayabilecek ama tümüyle ortadan kaldıramayacak. (Örneğin, insanlara bulaşan ondan fazla virüs için aşı var ama bunlardan yalnızca çiçek hastalığı yeryüzünden tamamen silinebildi, onu da yapması 15 yıl süren muazzam bir küresel koordinasyonla mümkün oldu.)  Muhtemelen hayatımızın geri kalanında bu virüsle yaşayacağız.

Okumaya devam et

“Potemkin Courts”: Judicial System in Turkey

Selcuk_Kozagacli

Lawyer Selçuk Kozağaçlı

Context note: A member of the People’s Law Office and the chair of the now-banned Contemporary Lawyers’ Association, Selçuk Kozağaçlı is a prominent lawyer from Turkey. Kozağaçlı is well-known for his and his office’s involvements in worker’s rights, human rights and revolutionary activism cases that exposed the oppresive and exploitative nature of the Turkish government and the bourgeoisie. Therefore, the ruling classes continously tried silencing the members of the People’s Law Office, arresting them with accusations of terrorism-related crimes. The recent wave of arrests against the group took place in November 2017, and Kozağaçlı is still in prison. Two other members of the Law Office, Lawyer Ebru Timtik and Lawyer Aytaç Ünsal are currently on a hunger strike unto death that was launched to protest the unfair trial process.

The text below is Kozağaçlı’s defence as to the allegations by the prosection. Instead of raising a conventional legal defence, however, here Kozağaçlı builds a political one that questions the credibility of Turkish courts and likens them to “Potemkin Villages”: Courts that are designed to create the misperception that there is rule of law in the country, even though the judicial system has long-collapsed.

Please click here to download the PDF [printable] version of the text.


Potemkin Courts

Selçuk Kozağaçlı

 

1.

It’s useless to talk about the file.

Not just because the file is prepared too badly to deserve comment, but also it’s because for you to know that we don’t share with you the illusion that we are facing an actual “case file” here. Instead, it’s going to be much more meaningful to start immediately talking about the real issue between us.

The Soviet novelist Sholokhov tells a story in And Quiet Flows the Don. It’s in that section where the youngsters tease each other while waiting for the ataman’s meeting to start: “… Have you heard the story of a gypsy who spent the night in the steppe and had nothing but a fishing net to cover himself? When the bitter cold began to bite him, he woke up, put his finger in one of the meshes in the net, then turned to his mother and said ‘See? It had been the draught from the hole and I thought the weather was getting cold.’

We refuse to put our finger in one of the many meshes in your “case file” and say, “Here! We found the place that was creating a draught!”

A defendant who tries to protect his rights by trusting the “Turkish Criminal Justice System” will surely freeze to death, very much like the Gypsy who lied to himself as he was trying to keep himself warm with a fishnet. Because you’re not real, you’re not institutional, you’re not trustworthy. In short, you do not exist and “have never existed”.

  Okumaya devam et

Konferans Çevirmenliği Üzerine Bir Söyleşi

3 Aralık 2019’da Gazete Duvar yazarı ve yönetmen Soner Sert‘in benimle yaptığı bir söyleşi yayımlandı. Söyleşi Soner Sert’in çevirmenlerle yaptığı söyleşi dizisinin bir parçasıydı. Benimki pek “hikmetli” bir söyleşi değil, ancak söyleşinin sonlarına doğru çevirmenliğin güvencesizliğinden dert yanışımı, tüm konferans çevirmeni meslektaşlarımla Covid-19 salgını yüzünden işsiz kaldığımız bugünlerde üzülerek tekrar okudum.

On yıldan uzun bir zamandır konferans çevirmenliği yapan Eren Buğlalılar, Ankara’da yaşıyor. Yaptığı işi, “sözlü çeviri” olarak tarif eden Buğlalılar’ın, birkaç kitap çevirisi de mevcut. “Kadife Koltuktan Amele Pazarına” isimli, politik tiyatronun ortaya çıkışını ele aldığı bir de tiyatro kitabı olan Eren Buğlalılar, bugünlerini “siyaset bilimi doktorasına gebeyim. Sancılı. Konferans tercümanlığı ise tüm bu uğraşlarımın başlıca finansörü olduğu gibi, ufkumu genişleten de bir öğretmen.” diyerek anlatıyor.

Buğlalılar ile konferans çevirmenliğini, çevirmenliğin varoluşunu ve biçimlenişini konuştuk.

Çeviri konusunda hemen herkesin bir fikri var. Siz, bir çevirmen olarak çeviriyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Konferans tercümanlığını yazılı çeviriden ayıran şey, onun performansa dayalı stresli bir meslek oluşu. Yerli ve yabancı basının kulağının sizde olduğu bir açılışta, ABD-İran ilişkilerinin tarihine ve bugününe atıf yapan devlet yetkililerini çeviriyorsunuzdur. Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir kelimeyi yanlış kullanmanızla başlayacağını düşünür, kabin arkadaşınızla şakalaşırsınız. Heyecanlıdır ama bu heyecanı kontrol edemezseniz, tarihsel bilgi eksikliğiniz de varsa savaşa değil, sosyal medyada ve akşam haberlerinde alaylı yorumlara vesile olursunuz.

Okumaya devam et

2016 ve kitaplar: En sevdiklerim

2016_kitaplar

Bu yıl geçen seneyle hemen hemen aynı sayıda kitap okudum. Çalışmalarım daha ziyade makale okumayı gerektirdiği için, kitaplara istediğim kadar ağırlık veremiyorum. Ama sayı yine de fena değil: 36.

Üstelik geçen seneye kıyasla, bu yıl okuduğum kitapları daha başarılı, daha ufuk açıcı buldum. Burada en sevdiklerimden kısaca söz etmek istiyorum. Belki benzer alanlarda çalışanlarınızın işine yarar ya da bana bu doğrultuda tavsiyelerde bulunmak istersiniz.

Roman

Bu yıl 9 roman okumuşum. Kişisel 2016 en iyi roman ödülümü Umberto Eco’nun Gülün Adı romanıyla, Joseph O’Connor’ın Denizler Yıldızı arasında paylaştırıyorum.

Eco’nun artık klasikleşmiş romanı her okura kendi bilgisi, beklentisi oranında bir şeyler verebilen güzel bir eser. Aynı anda sürükleyici bir polisiye ve bir manastır gezisi. Hem bir Ortaçağ siyaset felsefesi tartışması, hem de kısa bir tarih ve göstergebilim incelemesi. Hatta son yıllarda adı duyulmaya başlayan ve üniversitelerde geçen “kampüs romanları” janrının bir Ortaçağ versiyonu olabilir diye düşündüm. Çünkü Gülün Adı, kitaplar hakkında bir kitap.

Okumaya devam et

Barış süreçlerinin ışığında Kolombiya: Şimdi ne olacak?

baris_surecleri_fmln_ira_farc_anc

26 Eylül günü, Kolombiya devleti ile silahlı halk örgütü FARC’ın temsilcileri el sıkışıp anlaştı. FARC temsilcisi Timochenko “artık silahlar olmaksızın politika yapacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın” diye konuştu. Kolombiya Devlet Başkanı Santos da “artık şiddeti fikirleri savunmanın bir aracı olarak kabul etmiyoruz” dedi. 2 Ekim Pazar günkü referandumda ise, vatandaşlara barış anlaşmasını kabul edip etmediği sorulduğunda insanların %50.2’si “hayır” oyu kullandı. Kolombiya’daki barış süreci şimdilik askıda.

Tuhaf olan, 26 Eylül’de birbirini sevinçle kucaklayan tarafların, 2 Ekim’de de bir o kadar üzgün görünmeleriydi. Bir yerde ezenler ile ezilenlerin temsilcileri aynı şeyleri giyip, aynı şeyleri söylemeye başlamışlarsa; aynı şeyleri kutluyor, aynı şeylere seviniyor ve üzülüyorlarsa… Şüphelenmeliyiz. Bin yıllara uzanan sınıflı toplum tarihi, bize hiç değilse bu kadarcık bir sağduyu vermiş olmalıdır.

Kolombiya’da görevli ABD’li diplomat Aronson, FARC’ı çok uzaklardaki “yıllar önce sönmüş bir yıldıza” benzetip, söndükten “yıllar sonra da ışığını görebiliyordunuz. İşte FARC böyle olmuştu,” diyor. FARC emperyalizmin Latin Amerika’da söndürdüğü ilk yıldız değil. 1990’larda böyle pek çok yıldız söndü ve ardından tepinerek kutlamalar yapıldı.

Okumaya devam et