Vicdanlılar

Çizim: George Grosz. 1928 yılında Aslan Asker Şvayk oyunu için yaptığı çizimlerden.

Çizim: George Grosz. 1928 yılında Aslan Asker Şvayk oyunu için yaptığı çizimlerden.

Ne zaman işbirlikçilerin silahlı güçleriyle halkın güçleri kayıpların yaşandığı bir çatışmaya girseler, entelektüellerden “Şimdi barış zamanı, kardeş kardeşi vurmasın” nidaları duyulmaya başlar.

Brecht’in “Güzeldir sınıf kavgasında saf tutmak, ezeni ezmek ezileni özgürleştirmek” sözü değil de, emperyalist savaşlar için söylediği “Savaş istiyoruz: İlk önce vuruldu bunu yazan!” sözü hatırlanır birden. Bambaşka bir toplumsal ve siyasal durum olduğuna (bu nedenle de bambaşka bir strateji benimsenmesi gerektiğine) bakılmadan, emperyalist savaşlardan örnekler sıralanır.

Sınıfsal bakışı ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesini çoktan terketmiş olan bu entelektüeller, yetmezmiş gibi adeta vicdanlı olmayı tekellerine alıp, insaniyet namının patentine de el koyarlar. “Ezenlere karşı verilen savaş sınıflı toplumun gerçeğidir” diyerek barış sloganlarına karşı çıkarsanız, vicdansızlıkla, savaş çığırtkanlığıyla suçlanırsınız.

“Kimse kimseyi öldürmesin artık” diyorlar. Hayır, bu dünyayı anlamaktan uzak bir bakıştır. Halk kurtuluş savaşları kimselerle kimseler arasında geçmiyor. Halklar kana susadıkları ya da vicdansız oldukları için de savaşıyor değiller.

Günümüzün dünyasında emperyalistler ve işbirlikçileri halklara karşı açık bir savaşın içindedirler. Dünyada her yıl açlıktan ölen 10 milyon çocuk vardır. 10 milyon! Açlıktan ölen çocuklar ellerine silah alacak durumda değildiler. İş cinayetlerinde, maden göçüğünde, ciğerinde kumla ölmeye mahkum olanlar tek bir kurşun atmamışlar, “savaş istiyoruz” diye yazmamışlardı. Sırtından 13 kurşunla vurulan Kürdün, gün ortasında boylu boyunca kaldırıma düşürülen Ermeni’nin de silahı yoktu. Ama faşizm gözlerinin yaşına bakmadı.

Bütün bu insanlar yaşayanların omuzlarına kendi hesaplarıyla birlikte, geçmişin bütün sorulmamış hesaplarını da yükleyerek toprağın altına girdiler. Biz ölülerimizi gözden ırak olsunlar da bir an evvel unutalım diye toprağın altına gömmedik. Eğer o şiş karınlı, dermansız bacaklı çocukların acısı bizim vicdanlarımızı intikam hissiyle doldurmuyorsa, bunun tek bir açıklaması olabilir: Her sınıfın kendi vicdanı vardır.

Vicdan vardır unutur, körelir ve siner.

Vicdan vardır, and içer, bilenir ve saplanır.

Kör vicdanların barış dileği samimiyetsiz ve bencildir. Bir an duydukları rahatsızlıktan, korkudan, pişmanlıktan kaçmak için sığındıkları mağaradır. Çünkü her ölüm onlardan hesap sorar, her ölüm onların sırtına yeni sorumluluklar yükler. Konforlarını bırakmak istemez, kaçarlar. Çünkü açlıktan ölen çocukların aksine “geçinip gitmekte”dirler.

Evet devrimciler de barış istiyor. Hiçbir yoldaşlarını, dostlarını, sevdalılarını kahpe ölümle tanıştırmak için de yanıp tutuşuyor değiller. Ama ellerinde her gün kabaran bir hesap defteri var ve tarihin diyalektiği kıyamet gününü çağırıyor. Önce geçmişin hesabını sormak, sonra da “kimsenin kimseyi öldürmediği” bir geleceği kurmak için savaşmak gerekiyor.

Varılacak yere kan içinde varılacaktır. Biz çeşitli nedenlerle bu yolda yürümek istemeyebiliriz. Ama sorun kendi yürüdüğümüz yolu tek doğru yol sandığımızda başlar. Bu derdin çaresi birdir: Ya öfkemizi harlayacağız, vicdanımızı bileyeceğiz, bilincimizi her gün yenileyeceğiz; ya da vicdan sanıp yüreğimize yerleştirdiğimiz şey bize gizli gizli düşmanın dilinden sözler fısıldamaya devam edecek.

Yorum bırakın