Beş Para Etmez Varyete – Oyun Eleştirisi

Blogumda bu sefer misafir bir yazar var: V. Özge Zeren. Kendisi Eskişehir’de Tiyatro Anadolu’dan izlediği “Beş Para Etmez Varyete” adlı oyunun eleştirisini yazmış.

Ümit Aydoğdu tarafından Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sından uyarlanan ve yönetilen Beş Para Etmez Varyete, Tiyatro Anadolu tarafından sahneleniyor. Topluluğun bu uyarlamadaki amacı, Brecht’in tiyatro anlayışını ve toplumsal bilinci uyandırmaya yönelik politik ideallerini kendi sahnelerine taşımak. Ümit Aydoğdu, bu ideali gerçekleştirmek için, Brecht’in metninden yola çıkarak, bu coğrafyaya dair yeni bir metin ortaya çıkarmış. Dilenciler Kralı Piç Ümit, kızı Semiramis, küçük mafya Ustura Zeki, Ustura Zeki’nin arkasını kollayan çocukluk arkadaşı emniyet müdürü Hortum Süleyman ve diğer oyun kişileri, Brecht metnindeki oyun kişilerinin iyi seçilmiş Türk versiyonları. Oyundaki güncel politikaya ilişkin ince espriler ve Türk siyasi yaşantısına yapılan göndermeler, memlekette olan bitene kulaklarını tıkamamış izleyiciler için ilgiyle takip edilen bir metin ortaya koyuyor. Brecht’in metninde olduğu gibi, kapitalizmin yol açtığı ahlaki çürümüşlük ve ezilenlerin kapitalizm çarkında sermaye sahiplerine nazaran nasıl kolaylıkla sindirildiği gözler önüne seriliyor. İnsani değerlere sahip çıkmanın ve ahlaklı olmanın, toplumsal koşullarla doğru orantılı olması, herkesi oyunu kuralına göre oynamaya zorluyor. Toplumsal basamakların üst sırasında yer alanlar da, altlar da beraberce ezilenler de aynı fırsat yakalama hırsıyla koşuşturuyor. Dilenciler kralı, sadece zavallı yoksul dilencileri değil, kendi kızını bile bir gelir kapısı olarak görüyor, mafya devletle olan sıkı bağlarını koparmıyor, gammazlık kendini defalarca aklıyor ve çarklar bu sayede durmaksızın işliyor. Dolayısıyla oyun, düzen karşıtı bir tavır ve “ince” bir kapitalizm eleştirisi sunuyor.

Ancak bu “ince” eleştiri Brecht’in diyalektik tiyatro kuramının gereği olarak izleyicide gereken uyanışı yeterince gerçekleştirebiliyor mu? “Bir Brecht oyunu” olma iddiasının ardındaki büyük handikap bu noktada devreye giriyor. Sahnelemenin bol şarkılı, oyun havalı eğlencesi ve “rol parçalamaya” dayalı oyunculuk girişimleri içinde, izleyicinin eleştirel mesafesi yeterince kurulamıyor. Metin içindeki güncel göndermeler ve espriler metni “buralı” yapıyor; bol oynamalı, kıvrak müzikler “eğlence kültürümüz”ü, sesi fazla çıkan ve “rolü içinde” kendini parçalayan oyuncular da geleneksel tiyatro anlayışımızı hiç unutturmuyor. Oyun kesinlikle keyif veriyor, çok eğlendiriyor ama Brecht’i bilenler onun Marksist ideallerinin hayaletlerine kapılmadan edemiyor. Sıradan izleyici ise her gün televizyon karşısında yaptığı gibi gülüp geçiyor.

Brecht, epik tiyatro kuramı uyarınca, izleyiciyi yanılsama perdesinin ardında uyutan tiyatro anlayışına karşı çıkar. İzleyiciyi duygularla doldurmaktansa, onları düşünme aracılığıyla içinde yaşadıkları koşullara kalıcı bir biçimde yabancılaştırmayı amaçlar. Bunu yaparken de alıntılanabilir jestlere başvurur ve kesintiye uğratmaya dayalı bir yabancılaştırma süreci başlatır. Uyanık bir topluluk haline getirilmiş olan izleyici, eleştirel bir tutum içine sürüklenir ve bu sayede tiyatro, politik ideallerin uygulama alanı olan bir araca dönüşür. Düşünmeye ve eleştirel bir tutum takınmaya zorlanan izleyiciden, sınıf bilincine kavuşması ve ekonomi temelinde şekillenen toplumsal düzenin farkına varması beklenir. Bu sayede, tiyatro bir kürsü olarak işlevselleşir. Beş Para Etmez Varyete’de izleyici ile oyun arasında söz konusu estetik mesafenin bulunmaması izleyicinin eleştirel bir tutum takınmasına olanak sağlamıyor; yalnızca “güleriz ağlanacak halimize” tadında bir iz bırakıyor.

Brecht’in izleyiciyi uyarma ve bilinci harekete geçirme amacı, her ne kadar kendi dönemi içinde de imkansızlığı tartışılmış ve halen tartışılan bir idealse de, imkansız değil aslında. Ani bir uyanış ve değişim değil amaçlanan belki, ama küçük bir kıvılcım neden olmasın? Bunu sağlamak için Brecht’in önerdiğinden bile fazlasına ihtiyaç var bugünün izleyicisi için. Televizyondan film gibi savaş izleyen ve toplumsal alzheimer’a yakalanmış insanları sarsmak için yabancılaştırmanın ve tüm teatral unsurların daha da uçlara taşınması gerekli. Zaten Brecht oyunlarının neredeyse yüzyılı aşan orjinal halleriyle sahnelenmesi gerektiği iddiası da yersiz ve gereksiz olur. Uyarlamalar, denemeler, alıntılamalar iyidir, gereklidir. Tiyatro, bir özgürlük alanıdır ve tiyatro yapanlar da özgür olarak üretmelidir elbette; akılcı ve tutarlı oldukları ölçüde. Özellikle de Brecht gibi, tiyatroda devrim yapmış bir kuramcı ve uygulamacı söz konusu olduğunda. Buradan Brecht’in belirli bir ideolojik örgütlenme çerçevesinde bir araya gelen toplulukların özelinde olduğu ya da değişime uğratılamayacağı sonucu çıkarılmamalı. Bu türden romantik ideallere Brecht de gülerdi muhtemelen. Ama bir Brecht oyunu sahnelemek ya da ondan uyarlama yapmak çok da hafife alınmamalı. Bir kere bu işe kalkıştığınız an, epik tiyatronun teatral olanaklarının ve Marksist bir yazarın politik ideallerinin hayaleti peşinizi bırakmaz. Yine de Tiyatro Anadolu’nun Beş Para Etmez Varyete’si Eskişehir’e yolu düşenlerin izlemesi gereken bir oyun.

V. Özge Zeren.

Kral Übü ve Avangard Yalanlar Tarihi

Kral Übü’nün ilk gösteriminin bir skandal yarattığı ve burjuva seyirciyi şok ettiği söyleniyor. Oysa avangard tiyatronun köşetaşlarından biri olarak görülen Kral Übü vakası, gerçekle ilgisi olmayan bir efsaneden ibaret.

Avangard tiyatronun tarihini az çok bilenler, tarihçilerin Alfred Jarry’nin Kral Übü adlı oyununa ne kadar büyük önem atfettiklerini de bilirler. Yaygın kabul görmüş bir anlatıma göre, 1896 yılında sahnelenen oyun ‘burjuva seyirciyi’ isyan ettirmiş, onun ‘bilindik tiyatro kalıplarını’ yıkmış, Paris tiyatrosunda bir ‘şok etkisi’ yaratmıştı. Kral Übü bir ‘skandaldı’; perde açılır açılmaz ‘Merdre!’ (‘Bok!’) diye bağıran Fransız oyuncu Firmin Gémier, burjuva seyircinin muhafazakâr tiyatro algısını yerle bir etmişti. Bunu kaldıramayan halksa salonu birbirine katmış, seyirci, oyuncuların büyük çabasıyla ancak dakikalar (kimi anlatımlara göre saatler) sonra sakinleşebilmişti.

Tabii böylesi bir olay ‘avangard tiyatronun resmi tarihi’ için çok uygundu. 20. yüzyıl boyunca bütün iddiası burjuva seyirciyi sarsmak, şok etmek, rahatsız etmek olan bir sanatsal projeye bundan daha güzel bir başlangıç tasarlanamazdı da. Kral Übü efsanesi avangard tiyatronun tüm anlatımlarında başköşedeydi. Tarihsel avangardı öykülemeye girişen tiyatro tarihçileri, eldeki kaynakların güvenilirliğini sorgulamaksızın bu öyküyü yeniden ürettiler. Örneğin, Martin Esslin Absürd Tiyatro adlı kitabında şöyle anlatıyordu bu olayı:

Halk gerçekten de sersemlemişti. Übü’yü oynayan Gémier açılış tümcesi “Merdre!”i söyler söylemez fırtına koptu. Yeniden sessizlik sağlanana dek on beş dakika geçti ve oyuna karşı çıkan ve onu savunan gösteriler akşam boyunca sürüp gitti. (s. 279)


Bu satırları okuyanlar Paris halkını tiyatrodan başka işi gücü olmayan, bir tiyatro oyunu için akşam boyunca gösteri yapabilecek kadar da sanatsal kaygılar taşıyan ve üstelik çok kolay ‘sersemleyen’ insanlar olarak düşünebilir. Ve tabi dikkat edelim, bu anlatıma göre seyirciyi isyan ettiren oyunun politik görüşü, seyircinin siyasi tercihlerine yönelik saldırısı filan da değildir. Seyirci tamamen biçimsel bir şeye, tiyatro sahnesinde “Bok!” denilmesine tepki göstermektedir. Avangard tiyatronun resmi tarihinde ikinci adım da atılmış oluyor böylece: seyirciyi sarsan asıl yenilik biçimsel yeniliktir, içerik değil.

Benzer bir aktarım Avant-Garde Tiyatro adlı kitabında Christopher Innes adlı tiyatro tarihçisi tarafından yapılır. Oyuna gösterilen tepkinin anlatımı neredeyse Esslin’inkiyle aynıdır:

İlk gösterimde büyük şamata kopmuştu. Gémier Übü’nün meşhur ilk sözü “merdre”i söylediğinde aksiyon tam anlamıyla duraklıyor ve sonra seyircinin arasındaki gürültücü gruplarca yapılan ve diyalogları tam anlamıyla duyulamaz hale getiren ıslıklamalar gürültülü tartışmalarla tamamlanıyordu. (s. 40)


Innes, seyirciyi oyuna saldırtan şeyin, Kral Übü’nün ‘burjuva ahlakının tabuları’yla alay etmesi olduğunu söyleyerek Esslin’den ayrılır. Innes’e göre Kral Übü “burjuva ahlakının mahkum ettiği her şeyi temsil eden bir figür olarak burjuva toplumunun gerçek temsilcisinin kendisi olduğunu iddia” ettiğinden, oyun burjuva seyircide muazzam bir tepki doğurmuştu. Innes böylece avangard tiyatronun resmi ideolojisine ekleme yapar: Yapılan şeyin biçimi yenidir, ve içeriği de muhafazakar seyirci tarafından kabul edilemeyecek kadar cesurdur.

Günter Berghaus da, Avant-Garde Performance adlı kitabında bu olayı benzer şekilde anlatır. Kral Übü’nün kaç gösterim yaptığı konusunda daha bilgili görünen Berghaus, yine de o magazinel ayaklanma senaryosunu yeniden üretmekten kaçınamamıştı. Besbelli ki tiyatro tarihçileri şok geçirmiş seyirci imgesine düşkünler:

Ayaklanan seyircileri yatıştırmak için, oyuncular oyun metninde olmayan bir dizi doğaçlama sahne oynadılar… Ne var ki, yaratılan kaosta seyircinin bu vahşi ve tatsız maskaralığı anlaması imkânsızdı. (s. 27)


Ayaklanma, kaos, vahşet… Sanki bir tiyatro oyunundan değil de, bir toplama kampından imgeler yağdırılıyor üzerimize. Tiyatro Tarihi adlı kitabı dilimize de çevrilen Oscar J. Brockett de, Findlay ile birlikte yazdığı The Century of Innovation adlı kitapta şöyle anlatıyor bu sahneyi:

Firmin Gémier, oyunun açılış repliğini –‘Merdre’– söyleyince seyirci on beş dakika süren bir gürültüye boğuldu… Pek çok seyirci sahneyi terk etti; geri kalanlar da oyuna karşı olanlar ve oyundan taraf olanlar olarak ikiye ayrıldılar. Yumruklaşmalar başladı. Nihayet Gémier bir dans doğaçlaması yapıp suflör kabininin üzerine uzanarak düzeni sağladı. Oyun bir dahaki ‘merdre’ye kadar geldi, daha sonra tekrar gürültü koptu. Bütün akşam böyle geçti. (aktaran Postlewait, 2009; s. 68)


Gürültüler, yumruklaşmalar, laf atmalar… Yine bunlar da tiyatro sahnesinden çok, bir boks ringini andıran tasvirler. Bu oyun sahnelenmeden beş sene evvel, Bursa’da Fransız hayranı Ahmet Vefik Paşa, tiyatro seyircisine Batılılar gibi oyun izlemenin adaplarını öğretmek için ter döküyordu. Herhalde Fransız seyircisinin bu halini görse kafası oldukça karışırdı.

Tiyatro tarihçileri bu şaşalı başlangıcın tasvirine bir de kopuş teorisi eklemeyi ihmal etmediler. George Wellwarth şöyle diyordu: “Bu son derece basit ama bomba etkisi yaratan kelimeyle Jarry bundan sonraki dramatik sürekliliğin seyrini değiştirdi. Tiyatro bir daha asla aynı olmayacak.” Ve bu da J.L. Styan’dan: “Bu [olay] sanatsal anarşinin pek çok göstergesini ortaya koyan bir karşı-kültürün başlangıcıydı”, sonra Shattuck: “Bir çağın sonunu ve başka bir çağın başlangıcını bundan daha güzel imleyen başka bir olay yoktur” ve nihayet Grossvogel (belki de en komiği): “artık burjuvalar acı çekecekti.” (akt. Postlewait, s. 69-70).

Böylece Kral Übü’nün gösterimiyle bir sanatsal çağ kapanıyor, başka bir sanatsal çağ açılıyordu. Modernist tiyatronun başlangıcına böyle bir olayın yerleştirilmesi, savaşların ve tarihsel çağların tek tek olaylarla açılıp kapandığını düşünen idealist akıl için bulunmaz hint kumaşıydı doğrusu. Olay, daha sonra sık sık tekrar edilecek sarsıcı, şok edici hem de o yoz burjuva seyircinin bir türlü hazmedemediği devrimci avangard görüntüsünü desteklediği için çok da sevildi.

Peki cidden durum bu muydu? Cidden bir tarafta muhafazakârlar, bir tarafta da bizim yaratıcı ve baş eğmez çocuklarımız mı vardı? Yoksa “geleneksel putları kırıyoruz” diyenler, yeni (ve daha büyük) bir putun inşasına mı el veriyorlardı? Bu konuda Thomas Postlewait’in aydınlatıcı sözlerine bir bakalım:

Modernist sanatçıları tanımlama sürecinde, tarih yazımının kalıpçı yöntemlerini hemen benimseyiveriyoruz. Geçmişin mirasının bugünkü sahipleri olarak, sanki kilise korosundaymış gibi, yeni incilin bu olduğunu ilan ediyoruz. Savunuculuk hâkim oluyor. İyi çocuklar – kötü çocuklar ayrımını yapıp, aynı isyan ve zıtlaşma öyküsünü durmadan tekrarlıyoruz. Tarihsel avangard anlatısının kimliği, değeri ve amacı hakkında tek bir şüphe duymaksızın, sanatçıların isyankâr eylemlerine ve bunun aydınlanmamış seyirciyi şok edişine ağırlık veriyoruz. Tüm anekdotlar seferber ediliyor. (s. 66)


Postlewait’in incelemesi, 1896 yılında Kral Übü’nün gösteriminde aslında ne olduğunu ayrıntılı bir biçimde ortaya koyuyor. Ama haberler kötü: gerçeğin peşindeki bu tarih anlatımında ayaklanma, vahşet, yumruklaşma ve devrim niteliğindeki avangard karşısında şok olan dar görüşlü burjuvazi yok…

Öncelikle hem Innes’in hem de Esslin’in bahsetmediği, tarihçiler arasında kafa karışıklığı yaratan bir mesele: Pek çok tarihçi, Kral Übü’nün kaç gösterim yaptığı ve ‘isyan’ın hangi gösterimde çıktığı konusunda net değildir. Jarry’nin oyundan önce ve sonra yazdığı metinler, oyun hakkında çıkan eleştiriler Kral Übü’nün iki gösterim yaptığını ortaya koymakta. Bu gösterimlerden birincisi repetition generale, yani kostümlü genel provaydı ve Jarry bu gösterime yalnızca dostlarını, sanatçıları ve eleştirmenleri davet etmişti. Yani bu gösterimde halktan, ‘burjuva seyirci’den kimse yoktu. Oyun salonununda çoğunlukla Jarry’nin davet ettiği insanlar vardı ve tartışmalar işte bu davetli entelektüel kesimin izlediği genel provada oldu. İlk gösterime katılamayan burjuva seyircinin ikinci gösterimde, yani prömiyerde şok olup isyan ettiğine dair bir bilgi yoktur.

Şaşırtıcı olan şey, ikinci kuşak tiyatro tarihçilerinin hep bir ağızdan Firmin Gémier adlı oyuncunun ‘merdre’ der demez isyan başladığını söylemesidir. Peki Gémier bu konuda ne diyor? Kendisiyle yıllar sonra (1921) yapılan bir röportajda Gémier birinci gösterimi şöyle anlatıyor:

Oyunun ilk kelimesini biliyorsunuz. Çok iyi karşılandı. Ziyafet sahnesi seyirciyi eğlendirdi. Herkes gülüyordu. Bazısı alay kahkahasıydı ama bazısı alkışa denk düşüyordu. Ulak, Übü’nün evi, Kralın sarayı, geçit, katliam sahneleri, mağarada hayaletlerin geldiği sahne ve sarayın holünde asillerle finansörlerin sahnesi, hepsi iyi gitti. Yani koşullar elverdiğince. (akt. Postlewait, s. 70)


Yine bu röportajda Gémier ilk gösterimde oyunun 5. perdesi 3. sahnesinde bir seyirci protestosunun meydana geldiğini fakat bunun ‘aptalca bir espri’ye yönelik bir seyirci tepkisi olduğunu belirtiyor. “O noktada seyirci yuhalamaya bağırmaya başladı. Fars artık anlamsızlaşmıştı. Ama bu memnuniyetsizlik ifadesinin oyunun sözde şok edici doğasıyla hiçbir ilgisi yoktu,” diyor Postlewait (s. 71).

Sözünü etmeye değer bir başka nokta da, o dönem Parisli entelektüellerin oyunlar sırasında zaten sık sık tartıştıklarıdır. Herkesin birbirini tanıdığı ve davetli olarak geldiği bir oyunda, seyircinin bu türden bir rahatlığı daha fazla duyacağı da kesindi. Dahası Postlewait, Fransız tiyatrolarında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda parayla tutulmuş alkışçılar ve tezahüratçılar bulundurmanın yaygın bir gelenek olduğunu ifade ediyor.

Peki ama, bu yanılgıların kaynağı neydi? Bilinen tek bir kaynak var ve bütün Kral Übü efsanesi buna dayanıyormuş gibi görünüyor. Postlewait, Alfred Jarry’nin dostu ve sırdaşı olan Rachilde’in, 1928 yılında yazdığı anılarında ‘merdre’ kelimesinin ardından başlayan bir isyandan bahsettiğini belirtiyor. Ama o gün tiyatro salonunda bir ayaklanma olduğunu ifade eden başka bir birinci el anlatım ya da tarihsel kanıt yok. Yukarıda alıntıladığımız pek çok tiyatro tarihçisi ise, ünlü bir Fransız kültür araştırmacısı olan Roger Shattuck’un 1959 yılında yazdığı The Banquet Years adlı eserinden alıntı yapmış. Eğer bu doğruysa, Shattuck Kral Übü efsanesinin gerçek mucidi oluyor. Yazdıklarının bir kurmaca olma ihtimali bir hayli fazla olduğu düşünülürse, epey yaratıcı biri, bu kesin:

‘Merdre’ dedi Gémier. ‘Bok’. Ortalığın yatışması on beş dakika aldı… Jarry’nin açılış konuşmasını ninni gibi dinleyenler şok geçirip ayılmışlardı. Pek çok insan devamını dinlemeden gitti. Geri kalanlar umutsuzca alkışlayan gayretkeşler ve ıslıklayan dalgacılar olarak iki kampa ayrıldı. Orkestra çukurunda yumruklaşmalar başladı… Nihayet Gémier bir dans doğaçlaması yaptı, suflör kabininin üzerine uzandı. Onun bu dikkat çekme hareketleri aksiyonun bir sonraki ‘merdre’e kadar devam etmesini sağladıysa da, seyirci bu kez yine ayaklandı. Kesintiler bütün gece boyunca devam etti. (akt. Postlewait, s. 69)


Pek çok araştırmacının titizlikle çalışıp gerçeği bulmak yerine, bu olaylı anlatımı yazılarında yeniden üretmesi anlaşılabilirdir. Adım adım inşa edilen resmi tarihsel avangard söyleminin dışında kalmak istemeyenler (çünkü ‘muhafazakâr’ ya da ‘ilkel’ diye damgalanmanız olası), teorilerinin kanıtı olarak gördükleri bu olayı kuşaktan kuşağa aktardılar, böylece mirasa sahip çıktılar. Başka bir tarihçinin de söylediği üzere, “Kral Übü skandalı adeta zaman geçtikçe büyüyordu.” Aslında Kral Übü vakası zamanla tiyatro tarihinin en büyük galat-ı meşhurlarından biri haline geldi, romantizmin bitip modernizmin başladığı eşik olarak payelendirildi. Tiyatrocular da, akademi de burjuva seyirciyi sanatıyla şok eden küçük-burjuva tiyatrocu mitolojisini çok sevdiler. Kendi resmi tarihlerini yazdılar.

Kapitalizmde Kriz, Sanatta Skandal

Sanat eserleri bugün hâlâ seyirciyi şaşırtma, sarsma, gerçekleri yüzümüze çarpma gibi iddialarla ve çıplaklık, tecavüz, dışkılama, küfürbazlık gibi ‘erdem’lerle gündeme geliyorlar. Victor Hugo’nun Hernani’si, Ibsen’in Nora’sı ve Jarry’nin Kral Übü’süyle 19. yüzyılda başlayan sanatsal skandallar, bugün hâlâ devam ediyorlar. Burjuva sanatı, skandalı içine düştüğü piyasa krizini aşmak için bir araç olarak görüyor ve etkin biçimde de kullanıyor. Kapitalizmin krizleri, sömürü düzenine nasıl elektroşok yaparak onu yeniliyorsa, burjuva sanatının skandalları da yeni akımlar, yeni biçimler ve yeni şöhretler yaratarak sanat piyasasına can veriyordu.

Bu nedenle Alfred Jarry’nin tiyatro sanatına getirdiği yenilikler dışında, sanatın pazarlanması konusunda da burjuva sanatına bir araç sunduğunu söyleyebiliriz. Jarry her ne kadar o akşam oyununun gösteriminde istediği kadar büyük bir skandal yaratamamış olsa da, bir skandal yaşandığı algısını yerleştirmeyi başardı. Esasen bu amacına ulaşmak için oyun sahnelenmeden çok önce afişlemeler yaptı, polemikler çıkardı; oyun sahnelendikten sonra da yakın arkadaşlarından oluşan bir ekiple gazetelere yazılar yazarak resmi bir Kral Übü söylemi inşa etti:


Jarry’nin destekçileri, Le Journal’deki Catulle Mendès ve Echo de Paris’deki Henry Bauer oyunun tüm yönlerini öven yazılar yazdılar. Eleştirel rollerini de çok iyi biliyorlardı. Nesnel, tarafsız bir değerlendirme iki tarafın da derdi değildi. Genel provaya katılan Sarcey tüm oyunu kendisine bir saldırı olarak gördüğünü söylüyordu. Jarry, yazarın ince kültürel değerlerine bir hakaret etmişti… Genel provayı izlemiş olan Henry Bauer, Jarry’nin arkadaşı, şiirsel bir yanıt verdi. Oyunu otoriteye bir saldırı olarak görüyor ve kutluyordu. (Postlewait, s. 74)


Skandal böylece ikili bir görev üstlendi. Bu olan bitenler bir yandan oyunun gündemde kalmasının bir aracıydı. Oyun gündemde kaldıkça sanatçının görünürlüğü artıyordu. Bu da onun sosyal ve ekonomik sermayesine katkı yapabilecek bir durumdu. Bir tiyatrocu olarak daha fazla konuşulmak demek, daha fazla tanınmak demekti.

Bu skandal ikinci olarak, ki bence daha önemlidir, Alfred Jarry’nin kendi sanat anlayışını mevcut sanat anlayışının karşısında konumlandırarak, ona daha cesur, daha muhalif, anti-burjuva görünen bir üstünlük verdi. Sanatçı böylece kendisini sıradan, muhafazakâr ve otorite yanlısı sanattan ayırıyordu. Jarry otorite karşıtıydı, burjuvaziye acı vermişti, ince zevkleri rahatsız etmişti. Yani düzen karşıtıydı. Böylece kapitalist üretim ilişkilerini yerinden oynatmadan, burjuvaziye sanatsal bir savaş ilan etmenin yolu bulunmuş oluyordu. Bu yöntem, piyasada kendine yer açmak isteyen sanatçılar tarafından daha sonra da sık sık kullanıldı.

Jarry’nin kendisini muhafazakâr geleneğin karşısına konumlandırması, bu eski gelenekten rahatsız olan, kendini ondan ayırmak isteyen diğer küçük-burjuvalar arasında da etkili oldu. Kentlerin kalabalıklaşmasıyla birlikte, geleneksel sanatın seslendiği kitlenin yanında yeni bir kitle ve yeni bir yaşam tarzı da vardı artık Paris’te. Farklılık, cüretlilik, eski tutuculuğun karşısındaki yenilikçilik gibi iddialar, eğer ısrarla sürdürülürse, kendilerine piyasa yaratabilecek durumdaydılar.

Neyi beğendiği kadar, neyi beğenmediği de çok önemli olan küçük-burjuva sanatçılar için artık eleştirebilecekleri, kendi sanat eserlerini alternatif olarak sürebilecekleri bir ‘norm’ kurgulanmış oluyordu. Onlar eskiler gibi değildi, yaratıcı ve yıkıcıydılar. Bu sanatçıların kitaplarını satın almak, oyunlarına gitmek, bu sanatçıları takip etmek de sıra dışı olmak, isyankâr olmak anlamına gelecekti. Elbette, şeyhin sanatsal alandaki itibarı, müritlerinin sayısıyla doğru orantılıydı. Şeyhin kendini alandaki mevcut konumlar içinden en yenilikçi, en isyankâr görünenine yerleştirmesi ve sürekli yeni isyan biçimleri icat etmesi mürit kazanmanın en kolay yoluydu. Jarry ve takipçileri de böyle yaptılar.

Avangardın böyle Marksist bir açıdan ele alınması, çoğunlukla onun küçük-burjuva özünü teşhir eden sonuçlara götürür. Devrimci siyasetin yükseldiği ülkelerde avangardın kendi içinden Mayakovski ve Brecht gibi devrimci sanatçıları çıkarması, devrimcilerin ezildiği yer ve zamanlarda ise Marinetti gibi faşist ucubelerin, daha sonra Vito Acconci gibi apolitik girişimcilerin türemesi de hep avangardı baş tacı eden sınıf ve grupların tarihsel gelişiminde aranmalıdır.

“Gerçek ayakkabılarını giyemeden, yalan dünyayı dolaşır” demişler. Kral Übü vakası, herhalde bu sözün canlı kanıtıdır. Fakat bu söz eksiktir de aynı zamanda. Görüldüğü üzere, gerçeğin üzerinden bir asır da geçse, gerçek gerçekliğinden, gücünden bir şey yitirmiyor. Üstelik bugün yalanın gelişmiş silahları, çok sayıda askeri ve yüksek teknolojisi var. Ama onun gücü, halk gerçeğinin bileğini bükecek güçte değildir. Er ya da geç, bazen kaplumbağa bazen de yıldırım hızıyla gerçekler yalana yetişiyor. Sanatta devrimi yalanlarla yapmaya çalışanlara karşı, o meşhur sözü hatırlatmak gerek: 

“Gerçekler devrimcidir.”

Şu yazı da ilginizi çekebilir:

Tehlikesiz Hakikatler Tiyatrosu: In-Yer-Face
“In-yer-face”, ne savunucularının heyecanla iddia ettiği gibi sadık bir gerçeklik temsilidir, ne çağımızın en can yakıcı tabularını devirebilir, ne de tiyatro edebiyatında bir devrim yaratmıştır. İşin aslı, her zaman olduğu gibi övgünün biraz ayarı kaçmış ve sanat piyasasında kendine yer arayan tiyatrocuların sansasyon yaratma çabasının burada oynadığı rol gözlerden kaçırılmıştır.

Referanslar

  • Pierre Bourdieu. The Field of Cultural Production.
  • Christopher Innes. Avant-Garde Tiyatro: 1892-1992. Çev.: Aziz V. Kahraman, Beliz Güçbilmez. Dost Yayınları, 2004.
  • Günter Berghaus. Avant-Garde Performance. Palgrave Macmillan, 2005.
  • Martin Esslin. Absürd Tiyatro. Çev.: Güler Siper. Dost Yayınları, 1999.
  • Thomas Postlewait. The Cambridge Introduction to Theatre Historiography. Cambridge University Press, 2009.

Dramatik vs. Post-Dramatik Savaşı

İngiltere’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, dramatik yazarlık yeniden yükselişte
Dramatik yazarlık bitti de, post-dramatik yazarlık dönemi mi başladı tartışmaları daha Türkiye’ye iyice girmeden, David Edgar bize kötü haberi verdi: Avrupa’da dramatik oyunlar yeniden yükselişte. Aaaa! Ama biz hazırlıklarımızı ona göre yapmamıştık Edgar Amca!
Türkiye’de 2000’lerin ikinci yarısından itibaren, akademi çevrelerinde yavaş yavaş duyulmaya başlayan bir ses, dramatik sanatın artık sona erdiğini, post-dramatik bir döneme girildiğini söyler olmuştu. Esasında 60’larda boy vermeye başlayan, ancak o dönem ABD ve Fransız tiyatrosunda sınırlı kalmış bir eğilimin, 90’lar boyunca bütün Avrupa’yı sarmasıyla alakalı bir durum bu. Dramatik metin yerine fiziksel aksiyonun, önceden yapılmış provalardan ziyade kendiliğindenliğin, bir mesajdan çok sürecin ve deneyimin öne çıkarıldığı bir yaklaşımdan bahsediyoruz.
Emperyalizmin 1980 sonrasındaki saldırısı, 1990’larda SSCB’nin çöküşüyle cilalanınca örgütlü muhalefet yılgınlaşmış, muhalefetin en örgütsüz kesimi olan entelektüeller ise beterin beteri hale gelmişti. İşte Türkiye’de manzara ortada: Entelektüellerin laikçiler-şeriatçılar, demokratlar-darbeciler kavgasına tutuşup, halkı bir kenara attıkları bir çağı yaşıyoruz. Varın siz düşünün, Avrupalı entelektüelin ne hale geldiğini. E tabi, bu durumda ortaya çıkan yönsüzlük, hedefsizlik, politikasızlık tiyatro sanatını da etkiledi. Performans sanatı, sanatçının kapitalizmle uzlaşma ve teslimiyetten yana atan nabzına şerbet oluyordu. En politik örneklerinde dahi, performans sanatı küçük-burjuvazinin elinde sivil-toplumcu bir tepkiye dönüştü. Boal’in sanatı bence performansın ilerici bir örneği olarak görülebilecekken, bu nedenle çoğunlukla yok sayılmıştır.
Fakat David Edgar’ın The Guardian’daki yazısı, post-dramatik tiyatro rüzgarının tersine döndüğünden bahsediyor. İngiltere’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, 2003-2009 arası sahnelenen oyunların %77’sini dramatik metinler teşkil ediyormuş. Bunların %42’si yeni oyunlarmış. Yine ilginç bir rakam, tiyatrodan kazanılan paranın %60’dan fazlasını da bu dramatik oyunlardan kazanmışlar.
Öncelikle şunu söyleyeyim, ben sanat alanındaki herhangi bir biçimsel yeniliği derhal selamlayanlardan değilim. Post-dramatik tiyatro, dramatik tiyatro ya da performans sanatı gibi biçimleri kendinde ilerici biçimler olarak da görmüyorum. Bunlar her ilerici sanatçının hakim olması ve yeri geldiğinde kendi sanatına eklemlemesi gereken katkılar. Ancak bu biçimler devrimci sanat için kullanılmazlarsa, pekala yılgınlık ve yozlaşmanın siyasetini sahneye taşımak için de kullanılabilirler. Bu nedenle, İngiltere’de dramatik tiyatrodaki yükselişi de tek başına ilerici ve olumlu bir gelişme olarak düşünmemek gerek.
Tabii yine de bu gelişmelerin bize gösterdiği bazı şeyler var. Dramatik kurgu ve çatışma öğesi, hala tiyatrodaki hakim seyircinin en beğendiği şey olarak kalıyor. Hatta Britanya Sanat Konseyi’nin bu konuda hazırladığı raporda, tek tek tiyatrolarla yaptığı söyleşilerde tiyatrocular şunu çok sık dile getirmişler:
İnsanlar öyküyü seviyor, ama eğer konu çekiciyse, biçimle yapılmış deneylere de yanıt veriyorlar ve tek başına anlatımdan ziyade, yeni ve canlı şeylerle daha çok ilgileniyorlar. . . Aynı zamanda [tiyatronun] gerçekçi diyaloga yatkın bir kulağının olması ve bunun doğrusal olmayan ya da deneysel olan diğer yönlerle birleştirilmesi hala önem taşıyan bir özellik. s. 74-75
Bakalım dramatik sanattaki bu gelişmelerle birlikte İngiltere tiyatrosu Harold Pinter ya da David Hare gibi bir ilerici yazar çıkartabilecek mi içinden? Dünyada muhalif hareketlerin yükselişine, ekonomik ve çevresel krizin etkilerinin hissedilmesine bakılırsa bu o kadar da uzak bir ihtimal gibi durmuyor bu sıralar.
Referanslar:
David Edgar. “Shock of the new play”. The Guardian, December 9, 2009.
Britanya Tiyatro Konsorsiyumu’nun Raporu:Writ Large. Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. (İlginç bir sosyolojik araştırma. Bence Türkiye’de de benzerlerinin yapılması gerekiyor. Belki Tiyatro bölümlerinde tiyatro kuramı yanında, saha araştırması nasıl yapılır onu da göstermeye başlarlar bir ara, ancak o zaman.)
pixy.gif
pixy.gif

Filipinler, Mücadele ve "Kurtuluş Tiyatrosu"

Kimileri bir çekirge sürüsüne benzetir kapitalizmi. Çöktüğü tarlanın başaklarını kurutan, sonra da çekip giden ve arkasında sefalet bırakan bir çekirge sürüsüne. Teşbihte hata olmaz derler ama bu teşbih tarihin en önemli yönünü es geçiyorsa eğer, hatalıdır. Bizler hiçbir zaman çekirge sürüsüne buğday başakları gibi teslim olmadık. Yağma her zaman direnişi, faşizm de her zaman devrimci savaşı ensesinde hissetti. Sustuğumuz anlarda dahi, bu çaresiz bir suskunluk değil, namlunun ağzındaki merminin suskunluğuydu.
Filipinler’deki devrimci mücadelenin mermisi 1968 yılında suskunluğunu bozdu. 1960’lar, yani halkların ellerini kaldırımlara basıp doğrulmaya başladıkları yıllar. Amerikan emperyalizminin bir yandan geri bırakılmış ülkelerdeki sermaye sütunlarını sağlamlaştırmaya çalıştığı, diğer yandan halklara kan kusturduğu yıllar.
Bu yıllar aynı zamanda tüm dünyada devrimci mücadelenin kanla sulanan tohumlarından rengarenk çiçeklerin açtığı yıllar oldu. Devrimci kültür hareketleri kitleden kopuk sanatı tekrar kitlesiyle bir araya getirdi ve bu kavuşmadan çok verimli bir tiyatro hareketi doğdu. Filipinler’deki tiyatro hareketi de, 60 sonrasındaki bu anti-emperyalist dalganın en nadide örneklerinden birini oluşturur ve bize öğretecek çok şeyi vardır. Filipinlilerin “kurtuluş tiyatrosu” adını verdikleri hareketi incelemeden evvel, ülkedeki mücadeleyi biraz aktarmaya çalışalım.
SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki fikirsel ayrılığı izleyen yıllarda, Sovyet revizyonizmine paralel bir çizgiye sahip olan FKP-ML’den (Filipinler Komünist Partisi-Marksist Leninist) 1968’in Aralık ayında kopan Jose Maria Sison, 75 yoldaşıyla birlikte FKP’yi kurdu. “Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi”ni benimsemiş olan ve Çin’e yakın duran parti, 1969 yılında 60 kişilik kır gerillası ve 35 ateşli silahıyla atılımına başlayacak ve 1974’e gelindiğinde ülke çapında 20’den fazla gerilla cephesini açmış olacaktı.
Filipinler yeni-sömürgecilik taktiğinin ilk uygulandığı ülkelerden birisi oldu. 2. Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından, 1946 yılında Filipinler Cumhuriyeti kuruldu ve bu sözde bağımsız ülkenin başına işbirlikçi iktidarlar birbiri ardına gelmeye başladı. Amerikan emperyalizmi, ülkenin her yanına dağılmış üsleriyle, burayı Güneydoğu Asya’yı kontrol altında tutabileceği bir sıçrama tahtası olarak kullanıyordu. Bu üssün güvenliği için de, Filipinler oligarşisine hibe üzerine hibe, rüşvet üzerine rüşvet vermekten geri kalmadı. Filipinler’deki faşist diktatörlüğün savunma harcamaları 10 yıl içinde sekize katlandı. Marcos önderliğindeki oligarşi de buna karşılık içte devrimci mücadelenin bastırılmasını, dışta ise Vietnam’daki ABD katliamlarına 10.000 askerle destek verilmesini temin etmek için elinden geleni yaptı.
FKP’nin 1969 yılında “uzun süreli halk savaşı”nı benimsemesi tesadüf değildir. Amerikan emperyalizmine karşı verdikleri savaşta aynı taktiği benimseyen Vietnamlılar, bölgedeki halk savaşları üzerinde silinmez bir etki bırakmışlardı. Dahası, Filipinler’de devlet, emperyalizmin dayatmaları doğrultusunda 1956 yılından başlayarak bir özelleştirme programı uygulamış ve 1970’lere gelindiğinde ülkedeki kaynakların çoğunu özel sektöre aktarmıştı. 1969 yılında dış borç açığı kapatılamaz noktaya geldiğinde, ülke çareyi IMF’den borç almakta bulmuş ve bu emperyalist kurumun dayattığı politikalar nedeniyle işsizlik ve sefalet daha da artmıştı. Ülkede hızla gerçekleşen kapitalistleşme, öğrenci ve işçi sayısını arttırdı ve içteki bu potansiyel uluslararası devrimci mücadelenin gündemiyle birleşince 1972 yılına kadar devleti bunaltacak olan bir protesto ve grev dalgası başladı. Bu eylemlilik sonraki mücadelenin önder kadrolarını yaratacaktı.
Devrimci mücadelenin böylesine yükselmesi ve ekonomik bunalım, ülkede açık faşizmin uygulanmasını çabuklaştırdı. 1972 yılında, önce “komünist ayaklanma” uyarısı yapıldı daha sonra da halk arasında panik yaratmak için ülkenin her yerinde bombalar patlatıldı (yıllar sonra kimi generaller ve politikacılar bu bombalamaların bizzat ordu tarafından organize edildiğini ileri süreceklerdi) ve daha sonra da sıkıyönetim ilan edilerek bir baskı dalgası başlatıldı. Sendikaların, ilerici öğrenci örgütlerinin militanları ve liderleri tutuklandı, öldürüldü, işkenceden geçirildi.
Bu açık faşizmin iki temel sonucu oldu: Kısa süre içinde öğrenci ve işçi eylemleri kontrol altına alınarak sermayenin hareketi için geniş bir alan açılmış oldu. Öyle ki, sömürge faşisti Marcos kaynakları hızla merkezileştirdi, hem iktidarı hem de ekonomiyi kendi çevresindekiler etrafında toparladı. Marcos’a yakın olan aileler rüşvet, hibe, vergi indirimi, el koyma ve büyük oranda kredi desteğiyle milyarlarca dolarlık servetlerin sahibi oldular. Bu sürecin sonunda kırsal kesimin %63’ü yoksulluğa gömülürken, nüfusun %10’luk bir kesimi ülkenin toplam zenginliğinin %45’ine sahip hale geldi. Marcos’un başlattığı toprak reformu, topraksız köylülerin sayısını arttırdı, kentler muazzam göçler alarak büyüdü. 1970-80 arasında izlenen ihracata dönük üretim politikası işçi sayısını büyük oranda arttırdı.
Diğer yandan bu açık faşizm reformist öğrenci örgütlenmelerini, reformist sendikaları ve partileri teker teker siyaset sahnesinden sildi. 1972 darbesiyle birlikte militan öğrenciler ve işçiler yeraltına inerek devrimci mücadeleyi sürdürdüler. Bu süreçte FKP’ye katılım arttı. Öyle ki FKP yöneticilerinden biri, “bizim en iyi örgütçümüz, faşizmin kendisidir” diyecekti. 1970’te 2000 kişi olan parti kadrosunun, 1980’lerde 30 ila 35.000 arasında olduğu tahmin ediliyordu.
Komünist Parti 1970’lerdeki eylemlerle başlayan bu radikalleşmeyi 1971 yılında Milli Demokratik Cephe’yi (MDC) kurarak karşıladı. Sıkıyönetimin ardından, MDC partinin kadrolarının devşirilmesi için yegâne alan oldu. MDC altında örgütlenen 16 ayrı demokratik kitle örgütü, aydınlardan hemşirelere, rahiplerden avukatlara, öğrencilerden köylülere dek uzanan geniş bir ağ kurdu. MDC yurtdışında da 25 ayrı ülkede örgütlüydü.
FKP’nin bu dönemdeki başarısı araştırmacılarca birkaç nedene bağlanmaktadır: Sıkıyönetim ve Marcos’un iktidardan düşürülmesine kadarki dönemde partinin ideolojik netliği ve koşullara uyum sağlamaktaki başarısı, kadrolara tanıdığı inisiyatif ve kadroların bağlılığı, halkın ihtiyaçlarının doğru tespiti ve legal alanı başarıyla kullanma bunlar arasındadır. Marcos rejiminin kolluk kuvvetleri ABD’den ithal ettikleri kontrgerilla taktiklerinin Filipinli komünistler karşısında boşa çıktığını şaşırarak gözlemleyeceklerdi.
Ama mücadele tarihi tuhaflıklar, yenilgiler ve derslerle doludur.
FKP Marcos rejimine karşı giderek büyüyen bir muhalefeti örgütlemiş ama başat güç haline gelememişti. Oligarşinin yağması ve baskısı arttıkça krize sürüklenen ekonomi ve siyasal baskılar sonucu Marcos iktidardan indirildi ve 1986 yılında genel seçime gidildi. Bu andan itibaren partinin ideolojik netliği ortadan kalktı ve bocalamalar başladı.
FKP’yi eleştirenler bu bocalamaları partinin dogmatik bir biçimde takip ettiği Maoist çizgiye bağlamaktadır. 1970’ten sonra artan sanayileşme ülkeyi çarpık bir kapitalistleşmeye maruz bırakmış ancak FKP kadroları ülkenin yarı-feodal, yarı-sömürge olduğunda ısrar etmişler ve devrimin stratejisini kırdan kente doğru gerçekleşecek bir ayaklanmaya göre çizmişlerdi. Marcos’un iktidardan indirilmesine giden süreçte toplumun geniş kesimlerini örgütleyecek bir cephe oluşumunun yaratılamaması, Marcos karşıtı muhalefetin FKP tarafından temsil edilememesine ve burjuvazinin kanalına akmasına neden oldu.
FKP Marcos’un düşürülmesini izleyen süreçte tutarsız davrandı. Önce 1986 yılında yapılan seçimlerin burjuva sisteme hizmet ettiğini söyleyerek, seçim boykotu uyguladı ve bu süreçte elindeki legal imkânları kullanamadı. Giderek soyutlandı. İkinci olarak seçimlerin yapılmasının ardından, FKP güçleri bu kez de yeni seçilen hükümetle barış görüşmeleri yapmaya kalkıştı. Burjuvazi bu görüşmeler süresince gücünü yeniden toparlama fırsatı buldu ve uzlaşma çabalarını FKP’ye ağır ödetti. Karşı-devrimin 1987 yılında başlayan saldırısı bu kez daha yoğun ve profesyonelceydi: FKP’nin üsleri yok edildi, militanları katledildi ve partinin önde gelen 100 lideri 1988’de karşı devrimin tutsağı oldu.
Yazımızda devrimci mücadelenin en yoğun yaşandığı 1970-86 sürecine odaklanacağımız için, Filipinler’deki devrimci mücadelenin sonraki aşamalarına girmeye gerek duymuyoruz. Ancak halen Jose Maria Sison’un önderliğinde olan FKP’nin 1990’ların sonundan itibaren yeniden bir toparlanma sürecine girdiğini ve şu anda Filipinler’deki en güçlü komünist parti olduğunu belirtelim.
Kurtuluş Tiyatrosu
Filipinler’deki devrimci tiyatro faaliyeti birkaç kaynaktan beslendi. Bunlardan en önemlisi, giderek artan eşitsizlikler ve buna paralel olarak gelişen halk direnişiydi. Aydınlar ve sanatçılar giderek halk için ve halkla beraber üretmeye ilgi duyar oldular. İkinci kaynak, Filipinler’deki anti-emperyalist mücadelede etkisini sürdürmeye devam eden yurtseverlik ve milliyetçilik oldu. Ancak bu milliyetçilik, bugünün Türkiye’sinde hissettiğimiz türden bir milliyetçilik değil, halkın kendisine karşı dayatılan yoz burjuva kültürünü reddetmek için sığındığı, aydınların da bu kültürün karşısına savunulacak ve geliştirilecek bir değer olarak diktiği, ilerici özellikler gösteren bir milliyetçilikti. Üçüncü kaynak ise, Güney Amerika’da yaratılan, devrimci pedagoji ile tiyatronun harmanlandığı Boal’in “ezilenlerin tiyatrosu” yaklaşımıydı.
Diktatör Marcos karşıtı bir demokrat olan Cecile Guidote, 1967 yılında “kurtuluş tiyatrosu”nu etkili bir biçimde ülke çapında icra edecek olan PETA (Filipinler Eğitsel Tiyatro Derneği) adlı organizasyonu kurdu. Guidote, diktatörlüğe karşı çıkan bir isim olduğu için kısa süre sonra ülkeden sürgün edilince PETA’da liderlik el değiştirdi. PETA’nın liderliğini daha radikal solcuların ele alması ve 1970’lerin ortasında iyi planlanmış bir çalışmayla derneğin işleyişi mükemmelleştirildi.
Sıkıyönetimle birlikte yüzlerini halka dönen aydınlar, sanatsal üretimlerinin merkezine halkı yerleştirmekle yetinmediler, bizzat halkın sanat üretebilmesini sağlamak için kollarını sıvadılar. Kurtuluş tiyatrosu böylece Boal’in tiyatro anlayışına yeni öğeler ekleyerek, onu daha da devrimcileştirdi.
Boal’in tiyatrosu sorunu teşhis ediyor, oyuncularla bölgeye gidiyor, oyunu halkla birlikte oynadıktan sonra oradan ayrılıyordu. Kurtuluş tiyatrosu ise kendini bir devrimci örgüt gibi yapılandırmıştı: PETA’ya bağlı yazarlar, müzisyenler, ressamlar ve oyunculardan oluşan bir tiyatrocu grubu, birkaç hafta önceden atölye yapılacak mahalleye yerleşiyor ve orada halkla temasa geçiyordu. Gecekondu halkının küçük-burjuva aydınlara tepeden bakması nedeniyle, böyle bir iletişim aradaki buzları kırma, sorunları gözlemleme fırsatını veriyordu.
Daha sonra bir hafta süren atölye boyunca, halkın kendi sorunlarını müzikle, boyayarak ya da oynayarak ifade edebilmesi için onlara eğitmenlik yapılıyordu. Buradan tamamı halkın ürünü olan müziğiyle, dekoruyla bir tiyatro gösterisi oluşturuluyor ve kimi durumlarda gösteri mahalle halkına oynanıyordu. Ancak burada asıl amaç atölyeye katılanların yalıtılmışlıktan kurtulmaları, ifade yeteneklerini geliştirmeleri ve bunu kendilerini ezen sisteme muhalif bir biçimde yapmalarıydı. Gerçekten de atölyeye katılan yoksulların öz-saygılarının ve güvenlerinin arttığı, kendilerini daha yaratıcı hissettikleri belirtilmektedir.
Üçüncü ve son aşamada, halkın içindeki gönüllülerden bir kurtuluş tiyatrosu grubu oluşturulması için gereken adımlar atılıyor ve PETA merkezinin sürekli danışmanlık desteği altında, mahallede bir sanat atölyesi yaratılması sağlanıyordu. Böylece PETA bir mahallede daha örgütlenmiş ve burjuvazinin yoz sanatına karşı, adeta bir kültür fabrikası gibi çalışan bir sanat hücresi yaratmış oluyordu. Bu yeni mahalledeki sanat hücresinin militanları yeterince deneyim kazanınca, onları başka bir mahalleye göndermek ve orayı örgütlemek mümkün olabiliyordu.
Bu çalışmanın sonuçlarına ilişkin ilginç bir örnek vardır: PETA’nın eğitmenleri yoksul mahallelerden gelen yüz kadar gence üç günlük bir atölye çalışması yaparlar. Burada insanların kendi ezilmişliklerini ya bir müzikle, bir resimle, bir kıyafetle ya da maskla ifade edebilmeleri için gerekli çalışmalar yapılır. Kimisi resim, kimisi müzik, kimisi dans çalışır. Üç günün sonunda yoksul mahalleli düzene yönelik öfkelerini somutlaştırdıkları tenekeleri, maskları, çizimleri ve kostümleri alarak karnaval havasında şehir merkezine akarlar. Yol boyunca kendilerine katılan ve merkezde onları karşılayan binlerce insanla birlikte Davao şehrindeki hükümet binalarının etrafında bir hafta sürecek bir gösteri yaparlar.
Kurtuluş tiyatrosunun emekçileri sadece bir sanatçı olmakla yetinmiyorlardı. Hepsi birer pedagog ve sosyolog da olmak durumundaydı. Gittikleri yerlerde yaşayan insanların sosyo-ekonomik durumlarını bilmek, onların yaşadıkları ezilmişlikleri kavramak ve bildiklerini aktarırken bunu uygun bir dille, onlara tepeden bakmadan yapmanın yollarını bulmak durumundaydılar.
Bu süreç, küçük-burjuva sanatçıların bilinçlenmesine büyük katkılar yaptı. Tanık olduğu yoksulluk karşısında etkilenen tiyatro sanatçısı, yoksulluğun da bir estetiği olduğunu fark ediyordu. Yoksulluğun renkleri, çatışması, ifadesi, dekoru, müziği ve hatta oyunculuğu da başkaydı. Küçük-burjuva sanatçının üniversitede ya da şehir merkezinde gördüğünden çok başka. Yönetmen Brenda Fajardo, bir oyun çıkmadan evvel tasarımcılarının gecekondu mahallelerini ziyaret etmelerini şart koşuyor ve oranın estetiğini sahneye aktarmalarını istiyordu.
Kurtuluş tiyatrosu bu metodolojiyle ülke çapında çabucak yaygınlık kazandı. Her şehirde bir eylem, grev ya da gösteri olduğunda sahneye oyun koyabilecek, sokak tiyatrosu sahneleyebilecek hücreler vardı artık. Grupların eylem kapasitesi o kadar gelişmişti ki, akşam eylem haberini alıp, beyin fırtınasıyla bir oyun yazıyorlar, sabah provasını yapıp, öğlen de sahneliyorlardı. Ve ülkedeki mücadele sertleştikçe, tiyatrocular gerilla tiyatrosu yöntemlerini de geliştirmeye başladılar. Polisler ya da sivil faşistler tarafından yakalanmamak için tek kullanımlık ucuz dekorlar kuruyorlar, hafif maskeler ve kostümlerle oyunlarını sahneleyip, polis gelmeden önce halkın arasına karışıyorlardı. Ne var ki, pek çok sanatçı işkenceden ve gözaltından kendi payına düşeni aldı.
PETA’nın kurtuluş tiyatrosu yöntemi sadece topluluk çalışmaları ve sokak tiyatrosu gösterileriyle yetinmedi. Bu türden yaratıcı drama çalışmalarının yanında, geleneksel dramatik oyunlar da yazıldı ve sahnelendi. Ancak bu oyunların yazılış ve sahneleniş biçimleri de devrimciydi. Sürekli yapılan yazarlık, oyunculuk atölyeleri sayesinde deneyimli bir sanatçı havuzuna sahip olan PETA’nın yazarları, düzenli olarak gündemi ve gazeteleri takip ediyor, kendilerine konu teşkil edebilecek haberlere odaklanıyorlardı. Buna uygun bir haber bulunabilirse, yazarlardan biri olayın gerçekleştiği yere gidiyor, oranın sakinleriyle tanışıyor ve bir süre onlarla birlikte yaşıyor, oyununu orada yazıyordu.
Örneğin, 1978 yılında kertenkele yiyerek yaşayan yoksul bir çocuğa dair yapılan bir gazete haberinden sonra PETA, yazar havuzundaki Malu Jacob’u görevlendirdi. Jacob uzun bir süre çocuğun yaşadığı gecekondu mahallesinde yaşayarak onunla dost oldu ve daha sonra buradan yola çıkarak yazdığı “Juan Tambar” adlı oyun, ulusal çapta ün kazandı.
PETA’ya bağlı Peryante adlı topluluğun “İlocula” adlı oyunu daha da ilginçtir. Oyunda İlocula adlı bir vampirin öyküsü anlatılır. İlocos kasabası diktatör Marcos’un doğduğu kasabaydı ve oyun sahnedeki vampirin şahsında Marcos’a yöneltilmiş acı bir hicivdi. Karın ağrısı ve hazımsızlık çeken vampir İlocula, doktor çağırır. Doktor vampirin midesinden sırasıyla bir işçinin yumruğunu, bir köylünün sırtını, bir öğrencinin bacaklarını, bir profesörün beynini, bir sanatçının dilini ve devrimci mücadelede şehit düşenlerin kalplerini ve ciğerlerini çıkarıp kenara atar. Bunların hepsi Marcos iktidarı sırasında öldürülen halkı temsil etmektedir. Oyunun sonunda, tüm bu parçalar birleşerek yeniden ve daha güçlü bir insan olarak ayağa kalkar ve işçinin yumruğu vampiri ezerek öldürür. 1983 ve 84 sezonu boyunca sahnelenen oyun adeta Marcos’un çöküşünü haber vermekteydi.
Örnekler çoğaltılabilir, ancak şunu söylemek de yeterli olacaktır: PETA önderliğinde örgütlenen kurtuluş tiyatrosu Marcos’un devrilmesine kadarki dönemde halk direnişinin kültür-sanat alanındaki temsilcisi değildi yalnızca. Sürekli olarak yetiştirdiği militanlar, devrimci mücadele için adeta bağımsız bir propaganda makinesi işlevi görmekteydiler. Sürekli ezilmişliği nedeniyle kendine ve yaratıcı yeteneklerine olan güvenini yitirmiş halka, burjuva kültürü ve televizyonun saldırısı altında kolektif ezilmişliğini bireyselleştirenlere uzanan bu yardım eli Marcos’un devrilmesinde önemli roller oynadı.
Kurtuluş tiyatrosu sanat üretme işini, aydınların ve sanatçıların tekelinden kurtarmayı hedefledi ve sonuçta hem aydınların hem de halkın devrimcileştirilmesi gibi bir görev üstlendi. Zira sanata ilişkin teknik bilgi ve ustalık aydınlarda mevcuttu ama halkla, yoksullukla ve direnişle bağ kuramasaydı, bu teknik ruhsuzlaşmaya, bireycileşmeye mahkûmdu. Öte yandan, bu yoksulluğu birinci elden deneyimleyen halk da kendini nasıl ifade edebileceğini bilmiyordu. Bu ittifak sayesinde burjuvazinin kültürünün dışında bir kültür yaratmak mümkün hale geliyordu.
Bana kalırsa kurtuluş tiyatrosu, yöntemi ve içeriğiyle sosyalist sanatın varabileceği en derinlikli noktalardan birisidir. Böyle bir sanat yalnızca 1,5 saatlik bir gösteriyle seyircisine bilinç aşılamakla yetinmez. Böyle bir sanat aynı zamanda seyircisini örgütler, onu da harekete geçmeye, yaratmaya ve direnmeye teşvik eder. Hatta bu bakımdan bilinçlenme işini hakkıyla yerine getirebilen yegâne yöntemdir de denebilir, çünkü bilinç tam da bu direnme iradesinden ve bunun eyleme dökülmesinden doğar.
* Bu yazı Aralık 2009 tarihinde Tavır dergisinde yayımlanmıştır.
Kaynaklar:
Eugène Van Erven. The Playful Revolution. Indiana University Press, 1992.
Miriam Coronel Ferrer. “The Communist Insurgency in the Philippies.” Edward Elgar Publishing Ltd, 2007.
Misagh Parsa. Devlet, İdeoloji ve Devrim. İletişim Yayınları, 2004.

Eleştirel Yalancılık: Yeni Bir Eğilim mi?

Bu yazı bir aralar Evrensel Kültür dergisinde yayımlanmıştır.
Yalan söylemek, egemenler için silah kadar gerekli. Ezilenlerde sömürü düzenine yönelik sürekli bir itaat yaratmak için itaatsizlik önerenlerin ortadan kaldırılması, geride kalanların ise bu düzenin değişmezliğine ve mükemmelliğine ikna edilmesi gerekir. Burjuvazi halkı yok edebilseydi onu da yapardı. Fakat bu kez fabrikalarında kendisi çalışmak zorunda kalırdı. Oysa sürekli halka yönelik bir nefret besleyen ve bunu çoğu kez açıkça dile getirebilen küçük-burjuvazi gibi değildir o. Tekelci sermaye, devlet iktidarının ve halktan sömüreceği artı değerin kendisi için önemini bilir. Stratejisini buna göre çizer: Halka düşman olunacak, fakat halk için çalışıldığı izlenimi verilecek. Yine de, egemenlerin gözünde her yalanın yeri ve zamanı vardır. Kimi zaman umutsuzluk yalanını yaymak düşmanın daha işine gelir, kimi zaman ise sahte bir umut sürer ileri. Tıpkı silahı ve yalanı birbirinin destekçisi olarak kullanması gibi, sahte umudu ve umutsuzluğu da ihtiyaçlarına göre yayar ya da geri çeker. Bunu sınıf mücadelesindeki güçler dengesi belirler.

Dahası var: Bugün dünyada hâkim olan emperyalist sistem, farklı toplumsal sınıfların, bunların katmanlarının, farklı ulusların, farklı cinsel ve siyasal kimliklerin bir arada bulunduğu ve çatıştığı bir sistemdir. Örneğin her ülkenin kendi tarihsel ve sınıfsal yolculuğuna göre şekillenmiş farklı muhalefet yapıları bulunur. İktidar bu farklı yapıların ve sınıfların üzerinde hâkimiyet kurmak için hepsine yönelik farklı söylemler üretmek durumundadır. Örneğin, emperyalizm için kadının yeni-sömürge ülkelerdeki ikinci sınıf insan statüsü ve ataerki, emek gücü maliyetinin aşağıda tutulması ve kadın örgütlenmelerinin önün kesilmesi için kilit önem taşır. Ataerkil yapılar desteklenir, yargısından polisine uygun bir sistem kurulur. Fakat burjuvazinin ideologları, efendilerinin pratiği kadar açık sözlü olmamakla yükümlüdürler. Kadınların ezilmesinin sistemi besleyen ve bu nedenle de devam ettirilecek bir politika olduğunu söyleyemezler. Aksine, kadınlara bu durumun değişebileceğini, son yıllarda önemli adımlar atıldığını, kadınların başbakan dahi olabildiğini söyleyerek, onları sisteme bağlamaya çalışırlar.

Bir örnek daha: Azgın bir sömürünün işlediği bir ülkede, burjuvazi bir yandan kontrgerilla faaliyetlerini yürütür ve halk örgütlenmelerine saldırırken, diğer yandan olası muhalefetin akabileceği alternatif ve “tehlikesiz” yolları örgütlemek, hiç değilse bunların önünü açmak durumundadır. Genelkurmay Başkanı, “Türkiye maalesef terörle yaşamak zorunda,” derken bir itirafta bulunuyordu. Evet, bu ülkede sömürü ve yağma azgındır ve direniş de elbet buna uygun şekillenecektir. Burjuvazi direnişi tamamen yok etmenin imkânsız olduğunu bilir. Bu nedenle halka “sizi ezeceğiz, örgütlerinizi dağıtacağız” demek yerine, “militan olmayan, ‘demokratik’ örgütlerde, ya da Sivil Toplum Kuruluşlarında örgütlenin” der. Finasörünün bizzat tekelci sermaye olduğu kimi sivil toplum kuruluşları da sermayenin ideolojik aygıtları olarak, muhalif kitlenin pasifizasyonunu oldukça başarılı bir şekilde halletmektedirler.

Öyleyse, özetle şunu söylemek mümkün: Burjuva ideolojisi sürekli olarak aynı şeyi tekrarlayan bir papağan olmaktan ziyade, ortadan kaldıramayacağını artık anladığı direnişin önünü tıkamak için sürekli olarak söylem üreten büyük bir beyne benzer. Taraftarlarına başka, muhaliflerine başka bir söylem üreterek, kendisine yönelik potansiyel tehdidi daha edilgen kanallara aktarmak için uğraşır. Misal, devrimci örgütlere kapitalizm propagandası yapmak ters tepeceğinden, legal örgütlenme çağrısı yapar.

Değişimin Kısa Tarihi
İkinci Paylaşım Savaşı’ndan birkaç yıl sonra, manzara emperyalizm için biraz korkutucuydu. Doğu Avrupa ve Kuzey Asya’da sosyalist ve muzaffer bir devlet, Güney Asya’da yeni kurulan bir Çin Halk Cumhuriyeti ve dünyadaki etkisini giderek arttıran Marksist-Leninist düşünce. Yine bu dönem, harap olmuş Avrupa’nın ve Japonya’nın kapitalist yeniden inşasına, Latin-Amerika’da diktatörlüklerin desteklenmesine sahne oldu. Dahası emperyalizm savaş sonrasında bir büyüme dönemine girdi, ABD sermayesi buradaki baskın ses oldu. Büyüme demek üretim demektir, tüketimin olmadığı yerdeyse üretim krize neden olur. Tüketimin önündeki bütün ahlaki, ideolojik, toplumsal engeller kaldırılmalıydı.

Paylaşım Savaşı sonrasında muhalif kitlelere yönelik ideolojik saldırı, kendini varoluşçuluk biçiminde gösteren bir umutsuzluk saldırısıydı. Elbette bu varoluşçuluk, emperyalizmin emekçi profilinde yarattığı değişimle de ilgiliydi. Üniversite öğrencilerinin ve kafa emekçilerinin nüfusundaki artış, emperyalist ülkelerin görece refahı ve baskısı altında hissedilen çıkışsızlık kendine has bir küçük-burjuva ideolojisi yarattı. Felsefe alanındaki bu idealizme, sosyoloji alanında bir başka kolaycılık eşlik ediyordu: Totalitarizm ve otoriterlik teorileri.

Totalitarizm teorisi, daha İkinci Paylaşım Savaşı sırasında ABD’de geliştirilen ve faşizmin psikolojik kaynaklarını açıklamaya çalışan bir teoriydi. Sovyetlerin muzaffer güç olarak Alman faşizmini ezmesiyle birlikte, dünyadaki güçler dengesi yeniden şekillendiğinde, aynı teori faşizm ve sosyalizmi bir tutarak, emperyalizmi aklamak için kullanıldı. Bu teoriye göre Hitler de Stalin de aynı kaynaktan besleniyordu, Alman faşizmi ve Sovyet sosyalizmi aslında özdeşti.

Kapitalizmde ise özgür seçimlerle başa gelen, özgür dünyanın halktan yöneticileri vardı. Sistemdeki herhangi bir sorun ya da haksızlık, burjuva demokrasisinin kalıpları içinde halledilebilirdi. Bu teori halkın tamamen pasifize edilmesini sağlamıyorduysa da (bir yandan da isyankârlara karşı en sert kontrgerilla yöntemleri kullanılmak zorundaydı), kapitalist sistemden mağdur olan ama başka bir alternatif de bilmeyen kitlelerin tarafsızlaştırılmasında önemli rol oynadı. Özetle bu bir “ne sağcıyım, ne solcu” ideolojisiydi.

Bu koşullarda sanatta umutsuzluğun ve içeriksizliğin yayılması kaçınılmazdı elbette. Özetle değinecek olursak, yaşamın saçma, bu saçmalığı aşmaya yönelik her tür çabanın da gereksiz olduğunu vaaz eden bir söylem tiyatroda ve edebiyatta hayli etkin oldu. Resim sanatında tüm toplumsal içeriğinden arındırılmış bir soyut ekspresyonizm bizzat ABD tarafından destekleniyordu. Gösteri sanatlarında ise happening, fluxus gibi bir öykü değil de, sanatçının ya da sanatçıların o andaki “oluşunu” ve “bulunuşunu” öne çıkaran performans gösterilerinin yayılması söz konusu oldu. Elbette bu sanatçıların çoğu küçük-burjuvaydılar ve kendi hayatlarından başka gösterecek pek az şeyleri vardı. Burjuva sanatındaki ilginç gelişmelerden biri de, sosyalist ülkelerin sahne sanatlarındaki gelişmeye karşı Peter Brook adlı tiyatro yönetmeninin önderliğinde kurulan Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Merkezi’ydi. Emperyalist Fransız Hükümeti, Ford Vakfı, Gulbenkian Vakfı gibi kapitalist kuruluşlardan aldığı destek ile 1 milyon dolarlık bir bütçeye sahip bu merkez , daha sonraki burjuva tiyatrosunun gelişimini önemli ölçüde etkiledi.

1970’lerin ortalarına gelindiğinde emperyalizmin hudutsuz büyümesi sonlanmış, büyük bir ekonomik krizin eşiğine gelmişti. Refah devleti politikaları iflas etmiş ama öte yandan gerek Sovyetler Birliği’nde, gerekse de Çin Halk Cumhuriyeti’nde bu krize devrimci yanıtlar üretebilecek bir siyaset uzun yıllardır geliştirilmemekteydi. Emperyalizmin ideologları yeni bir saldırı planına giriştiler. Daha sonra neoliberalizm olarak adlandırılacak bu yeni emperyalist saldırı planı, iktisadi alanda önceki refah devleti politikalarının terk edilerek, devlet elinde biriken imkânların özel sektöre aktarılması, işçi haklarının daraltılarak sömürü oranının arttırılması gibi uygulamaları içeriyordu. Emperyalistler tüm bunları zor kullanmadan yapmanın imkânsız olduğunu biliyorlardı. Fakat en az zor kadar önemli olan başka bir şey de, bu emperyalist saldırıya karşı koyan insanların ezilmesinden sonra, bunların nasıl ikna edileceğiydi.

İngiltere’de Thatcherizm, ABD’de Reaganizm, Şili’de Pinochet’nin darbesi, Türkiye’de ise önce faşist cunta ve ardından “Özalizm” ile gelen saldırı, emperyalizmin farklı sınıfsal yapıya sahip ülkelerde halklara nasıl farklı tepkiler geliştirdiğini de gösteriyor. Bu koşullar altında, emperyalizm küçük burjuvaziye aynı nihilizm ve tarafsızlık çağrısını sürdürmezdi. Yine aynı şekilde, Sosyalizme karşı savaşırken geliştirdiği sosyal devlet imgesine de yaslanamazdı. Aksine, amaçları kamuya ait bütün üretim araçlarının özel sermayeye aktarılmasını sağlamak ve emekçinin devlet tarafından karşılanan sosyal haklarının gasp etmekti. Öyleyse, sosyal devletin ve kolektif üretimin verimsiz, özel sermayenin ve bireyciliğin ise son derece özgürleştirici ve verimli olduğuna yönelik bir propaganda gerekiyordu. Umut her zamanki gibi kapitalizmdeydi.

Yeni Dünya Düzeni’nin ideologları kah postmodernistlerin, kah liberallerin postunda şimdi Komünizm’e, Sosyalizm’e, Marksizm-Leninizm’e ya da sosyal devlet savunucusu “muhafazakar”lara savaş açmıştı. “Büyük anlatılar” bitmişti, dünya aslında düzdü, bağımlılık diye bir şey söz konusu değildi, mesele zaten emperyalizm değil, küreselleşmenin bize kazandırdıklarıydı. Devrimci örgütler hiyerarşik yapılanmıştı, silahlı mücadelenin bir çözüm olamayacağı besbelliydi. Ama emperyalist orduların silah bırakmasını istemek olmazdı, çünkü onlar teröristlere karşı, barışın ve demokrasinin güvencesiydiler.

Bunun sanatsal alandaki yansımalarına uzun uzadıya girecek değiliz. Neoliberal darbenin ilerici sanatçıları sindirdiğini, pek çok sosyalist yazarın daha evcil temalara, kimilerinin etnik ya da ulusal sorun, kimilerinin cinsiyetler sorunu gibi sorunlara kaydığı, bazılarının saf demokrasi havarisi kesildiği ve aslında emperyalizmin çizgisine girdiği malum. Zaten kapitalizmle bir derdi olmayan sanatçılar ise, emperyalizmin yeni-sömürgesi ülkelerin kültürlerinin sanatsal hammadde haline getirildiği küreselleşen bir dünyaya selam durmaya başlamıştılar. Yukarıda adını andığımız Peter Brook, kültürlerarasılık gibi bir kavramla parlatılan bir eğilimle, ezilen halkların kültürlerini metalaştırmaya soyundu. Örneğin Hindistan’ı karış karış dolaşarak topladığı halk dansı örneklerini, New York’ta kişi başı 100 dolarlık bir gösteride sunarken, Brook’un Mahabharata adlı bu oyununu Hindistan halkından kimse izleyemedi.

Tabii bu durum da sonsuza kadar böyle gidecek değildi. Nitekim, 2000’lere girerken, rüzgarın yönü ufak ufak değişmeye başlamıştı. Bu değişime yanıt olarak, yine burjuva düşüncesinin sınırları içerisinde, yeni bir muhaliflik peyda oluyor: Eleştirel Yalancılık.

Eleştirel Yalancılık

 2000’lerle birlikte hiç de göz ardı edilemeyecek uluslararası değişikliklere şahit olduk. Venezuela’da Sosyalizm yanlısı bir parti, ABD destekli bir darbeyi savuşturarak iktidara geldi ve emperyalizme meydan okuyan ifadelerle propagandasını yaygınlaştırdı. Latin Amerika bu türden hareketlerin giderek arttığı, anti-emperyalist hükümetlerin iktidara daha çok yaklaştığı bir yer oldu. Nepal’de yıllardır süren halk savaşı giderek alevlendi ve nihayetinde 2008 yılında iktidar ortaklarından biri oldu. Hindistan’da Maoist gerillalar ülkedeki 600 eyaletin 200’ünde hâkim duruma geldiler ve ülkenin doğusundaki “kızıl koridor”dan doğru giderek de yayılıyorlar. Irak’taki ABD işgali ise, çoğu ülke halkı tarafından nefretle karşılandı.

2008 yılında başlayan kriz ise her şeyin tuzu biberiydi. Halklara özgürlük ve refah getireceği yalanıyla saldıran kapitalizm, aslında işsizlik, savaş, tutsaklık ve katliamdan başka bir şey getirmediğini daha fazla gizleyemezdi. Üstelik artık suçlanacak bir totaliter, otoriter, komünist ülke de kalmamıştı. Bu durumda tüm olan bitenin sorumlusu olarak gösterilecek, suçları kapitalizmin üzerinden alacak yeni bir düşmanın kurgusunun yapılmasının zamanı artık gelmişti. “Eleştirel yalancılık” işte bu eğilime işaret ediyor. Kapitalizmin sahte bir eleştirisi altında, aslında onun dolaylı olarak savunulması anlamına gelen bir eğilim. Özünde parlamenter yollarla kapitalist sistemi reforma uğratmaya çalışan bir sosyal demokrasi, ama hem ideolojide hem sanatta bu kadar baskın hale gelmesi bir şeye işaret ediyor. Burjuvazi içine düştüğü çukurdan halk desteğini yine arkasına alarak çıkmak istiyor.

Eleştirel yalancılık, Barack Obama’nın seçim kampanyasında olanca açıklığıyla karşımıza çıktı. ABD’nin neredeyse bütün tekellerinden destek alan, iktidara geldiğinde Tarım Bakanlığı’na Monsanto adlı bir gıda tekeliyle şaibeli ilişkileri bulunan Tom Vilsack’ı atayan ve ABD ordusuna İkinci Paylaşım Savaşı’ndan bu yana en büyük bütçe aktarımını yapan bu siyah maskeli beyazdan herkes değişim bekliyordu. Bu başkanın ilk katliamlarından biri, geçtiğimiz aylarda Afganistan’da gerçekleşti. ABD jetlerinin bombaladığı Afgan köylerinde 90’ı çocuk 120’den fazla insan öldürüldü. İşkence merkezi Bagram Hapishanesi’nin kapatılmayacağı vurgulandı. Özetle, burjuvazinin yalanlarıyla hayatın gerçekleri arasındaki hakikat giderek derinleşiyordu.

Eleştirel yalancılığın Türkiye’deki şubesini liberal entelektüeller açtılar. Oligarşi içindeki çatışmanın Ergenekon Davası kılığına bürünmesiyle artık yeni bir dönemin başladığına bizi inandırmak için epey uğraşıyorlar ne zamandır. Liberal teoriye göre, ülkenin başına eskiden beri çöreklenmiş olan bir derin devlet vardır ama bu derin devlet ne menem bir şeyse, Türkiye’de kapitalizmin de gelişmesini engelleyen, sermayeye de düşman olan bir derin devlettir. Ülkedeki kontrgerillanın varlığını, ekonomik sistemden kopartan bu eleştirel yalancılık, ülkedeki çarpık kapitalizmin eleştirisine girişemiyor. Aynadaki Düşman adlı televizyon dizisine bir bakın: Kahraman AKP derin devlet içindeki odakları kurutuyor ve ülkeyi istikrara kavuşturuyor. 10 milyon işsiz, sokakta vurulan çocuklar, tecritte öldürülen devrimciler ve soğuk algınlığı teşhisiyle tahliye edilen darbeci paşalar da cabası!

Bunun kültür ve sanat alanındaki yansımalarına ise, son zamanlarda iki örnekte tanık olduk: Zeitgeist: Addendum (ZA) adlı bir belgesel (bu ikisi özellikle sol/demokrat/anti-emperyalist yönelimli entelektüel çevrelerde internet aracılığıyla yaygın bir biçimde paylaşılmakta) ve  Slumdog Millionaire (SM) adlı bir film. Bunların temaları ortaktır: Kapitalizm bazı sorunlar getiriyor evet ama, bunlar üretim ilişkilerinde köklü bir değişikliğe gitmeden de düzeltilebilir. Çünkü sorunların temeli, üretim araçlarının sahipliği meselesi değildir.

Çağın Ruhu mu, Küçük Burjuva Hezeyanlar mı?[*]
Zeitgeist: The Movie adlı bir belgeselin devamı olan ZA, önce para piyasalarını eleştirerek açılıyor. Banka sisteminin, emperyalizmin bağımlılık ekonomisinin, borçlandırmanın maskeleri teker teker indiriliyor belgeselde.  Emperyalist sistemin kendisinden bağımsızlaşmak isteyen ülkelere ve direnen halklara karşı hangi yöntemleri kullandığı bir bir anlatılıyor. Dünya sisteminin birkaç tekelci burjuva tarafından yönetildiğini, bir finans-kapital oligarşisi ile karşı karşıya olduğumuzu öğreniyoruz. ZA, elbette kasıtlı bir şekilde, emek sömürüsü ve işçi sınıfı meselesine girmiyor. Sömürünün emek gücünden sömürülen artı-değer ile değil, para-faiz-borçlandırma yoluyla olduğuna inandırılmaya çalışıyoruz. Ama kendi duruşu izin verdiği ölçüde Marksist bağımlılık ve iktidar tahlillerini de kullanıyor.

Fakat daha sonra belgeselin içine şeytan giriyor. Bir tür Fütürizm-New Age karışımı propaganda başlıyor. Dünya kaynaklarının çevreci kullanımı için elimizde bütün kaynakların olduğu, çok gelişmiş teknolojilere sahip olduğumuzu ama bunların oligarşi tarafından engellendiğini öğreniyoruz. Doğruluk payı olabilir, fakat ZA’nın bu oligarşiden kurtulmamız için bize önerdiklerine bir bakalım: 1) Eğer büyük bankalarda hesap açtıysanız, bunları kapatıp daha küçük bankalara yönelin, mortgage sisteminde iseniz, bunu küçük bankalarla finanse edin. Bu bankalarda çalışıyorsanız işten ayrılın. 2) Bağımsız haber kaynaklarına yönelin, interneti kullanın. 3) Askere gitmeyin. 4) Enerji şirketlerini boykot edin ve kendi evinizin enerjisini kendiniz üretin. 5) Sisteme karşı çıkın. (Nasıl?) 6. Zeitgeist Hareketine katılın.

Bilindik bir filmin tekrarını izliyoruz aslında. Tekelci sermaye yerine küçük burjuvaziyi güçlendirelim, üretimden gelen gücümüzle değil, tüketimden gelen gücümüzle örgütlenelim ve biricik mücadele yöntemi olarak da boykotu kullanalım. Bu türden bir pasifizmin sistemi yıkmak bir yana, yeni tekeller yaratarak sistemi güçlendireceği ortadadır. Dünyada üretmeden ve tüketmeden yaşamak mümkün değildir; öyleyse sorun emek gücünün ve talebin tekelci sermaye yerine küçük sermayeye yönlendirilmesi değil, üretim ilişkilerinde bir değişiklik yaratılmasıdır. Fakat bu türden bir pasifizm birilerinin işine yarar: Kontrol altında tutulursa, sisteme karşı varolan bu öfke, örgütlü ve iktidar iradesi olan bir hareket yerine, uluslararası, eğlenceli, entelektüel ve idealist bir harekete kanalize edilebilir.

Bol Oscar’lı Slumdog Millionaire ise başka bir kanaldan eleştirel yalancılığa soyundu. Melodram kurgusu tipiktir: iyi ve kötü’yü kişileştirip mekanik olarak karşı karşıya koyarsınız. Bu taktikle sisteme ilişkin politik tahliller yapma “külfetinden” de kurtulmuş olursunuz. Kapitalizm iyi ama kötü insanlar var işte, ne gelir elden… Barış Yıldırım, filme ilişkin yazılarında bu trendi “kendi eleştirini kendin yap” adıyla analiz masasına yatırıyordu.[**]  Boğucu iş yaşamının neredeyse natüralist bir dille tasvir edildiği fakat çözümün hepi topu “mil biriktirerek” tatile çıkmak olarak sunulduğu bir TV reklamıyla SM filminin tutumlarındaki ortak yönü ele alırken şöyle diyordu Barış:

“Sosyalizm mürtetleri, kapitalizmin yaşam ve ölüm diyalektiğinden kaçmasını sağlayan o mistik özelliğini keşfe durduklarında diyorlardı ki: Kapitalizm kendi eleştirisini yapabilen bir sistem. Bahsettikleri eleştiri tam da böyle bir eleştiri. Düzeni kötü yapan ne varsa, muhalifler kadar sert bir dille söyle, sonra çıkış olarak dön, yine düzeni sun. … Milyoner filminde çirkinlikleri neredeyse pornografik bir sinema diliyle anlatılan düzenden çıkış yolu sadece kader ve mutlu tesadüflerdi. Bu reklamda ise kredi kartıyla tatil. Bu devam edecek. Belli ki “kendi eleştirini kendin yap” düzen ideolojisinde hâkim temalardan biri olmaya doğru gidiyor. (Dikkat beyler, bu bir “trend analizi”dir!) Milyarların önüne yaşam diye attıkları iğrenç sadakayı yeri gelecek bizden daha sert eleştirecekler. Ama sadece, o yaşamdan kaçış olmadığını anlatmak için.”

Barış’ın yazısında özetlediği bu eleştirel yalancılık teorisi yeni değil, düzeniçi eleştirinin yöntemlerinden yalnızca birisi. Kapitalizmi daha keskinleştirmek için yüzeyinde var olan pürüzlerin cilalanması gerektiğinde hemen böyle bir faaliyet başlar. Zaten tam da bu faaliyetler başlayabilsin diye parlamento denilen politika pazarı kapitalist ülkelerde kurulmaz mı? Hangi parti burjuvazinin çıkarını daha etkin bir biçimde savunacak? Hangi parti halk kitlelerini daha etkin bir biçimde kandırır uyuturken, bir yandan da “özel istihdam büroları”nın açılması için yasa tasarısı hazırlayabilecek? Bunu yapanlar baskı ve işkenceden yalana kadar bir dizi yöntemi kullanmakta serbesttirler. Eğer kapitalizmi ayakta tutmak için onu eleştirmek gerekiyorsa, onu da elbette yaparlar.

Ama yalan denilen şey, hakikatin olduğu yerde can bulur. Onlar yalan üretmek için durmadan çabalıyor olabilirler. Oysa bizler bir gerçeği üretiyoruz fabrikalarda, tarlalarda ve ofislerde. Kapitalizm ortadan kalkmadan, sömürü gerçeği ortadan kalkmaz. Bu gerçeği bastıracak kadar büyük bir yalan ya da güçlü bir silah bulunması imkânsız. Bizim hakikatimizse bazen bir resim, bir mavzer, bir gerilla türküsü ve nihayet özgür bir ülke olarak dikilecek karşılarına. Yılmadan yazmak ve söylemek, yılmadan savaşmak hakikat uğruna, özgürlük uğruna: İşte bu direncin karşısında ne yalan dayanabilir, ne zalim, ne de onun yıkılasıca düzeni.

—–
[*] Zeitgeist: Addendum adlı belgeselde ekonomik tetikçi olarak ifade veren John Perkins’in kitabı üzerine Radikal Kitap ekinde Haluk Hepkon güzel bir yazı yazmıştı, başlıktaki “Hezeyan” ifadesini de ondan esinle kullandım. Yazı için bkz: “‘Hezeyanları’ desek…”
[**] “Melodramın Kaçınılmaz Hafifliği” (Birgün, 15 Mart 2009, http://getir.net/v9o); “Holly-Bolly ya da Melodramın Kaçınılmaz Hafifliği” (Evrensel Kültür, Nisan 2009); “Kendi eleştirini kendin yap” (Evrensel, 6 Nisan 2009, http://getir.net/v9n)

Bir Röportajın Düşündürdükleri…

Zararsız muhalefet iyidir, devletler de sever böyle muhalefeti. Kapitalizm zaten bu zararsız muhalefetlerle kendi açıklarını görür, onları onarmaya çalışır. Yine bu zararsız, düzeniçi muhalefetler pek çok “karşı-kültür” ürününün piyasa bulmasına, filmlerin izlenmesine, oyunların gişe yapmasına, romanların satılmasına vesile olur.

Yani düzeniçi muhalefet aynı zamanda kârlıdır da.

In-yer-face denilen küçük-burjuva yazarlık eğilimini başka bir yazımda ele almış, bu düzeniçi muhalefetin ne kadar karlı olabileceğini göstermiştim. Geçenlerde Murat Daltaban’ın bir röportajını okuyunca, katı bir dogmatizmle aynı tekerlemeyi söylediğini gördüm. Daltaban Dot’a İngiltere’den oyun ithal ederken, onunla beraber gelen söylemi de ithal etmeye başlamış anlaşılan. Şöyle diyor Daltaban:

‘Alışveriş ve Sikiş’ 1996’da “medeniyet paradır, para medeniyet” dediğinde bu mottonun karşısında dehşet duyup dünyanın gidişiyle ilgili endişeleniyorduk. Bugün geldiğimiz noktada ise bu cümlenin kabulü noktasıdır. Son derece sıradan ve hayatımızın merkezinde bir cümle. Bu cümle karşısında dehşete kapılmıyoruz, endişe duymuyoruz. Artık hastalandık… Korkunç olan bu ve ‘Pornografi’ bu noktadan başlıyor. Eksen olarak seçtiğiniz temalar çoğaltılabilir; yabancılaşma, izolasyon, atomizasyon… 80 sonrasında liberal ekonomiyi hızla bütün dünyaya yayma çalışmaları sırasında “toplum diye bir şey yoktur, bireyler vardır” söylemi kavramsal dejenerasyona sebep olmuş, devlet, toplum, aile ve birey kavramları arasındaki kimyasal bağlar kopma noktasına gelmiş ve kavramların birbirleriyle ilişkisi başka bir kimya üzerinden tanımlanmaya çalışılmıştır.


Hiçbir şey demeden çok şey diyormuş gibi yapmak. Bugünlerde çok sık tanık olduğumuz bir durum. “Kavramsal dejenerasyona” uğramışız, “devlet, toplum, aile ve birey kavramları arasındaki kimyasal bağlar kopma noktasına gelmiş” bizim bilmediğimiz bir zaman.

Vaktimiz olsa bunların hepsi üzerinde uzun uzun düşünelim diyeceğim. Ama ben bu türden lafazanlıklarla defalarca karşılaşmış biri olarak söyleyeyim, şair burada bize bir şey anlatmak ya da herhangi bir konuda bilincimizi yükseltmek amacında değil. Şair burada hiçbir şey dememenin hafifliğini, muhalif görünmenin büyüsüyle birleştirmek ve böylece sorunların üzerinden atlamak istemiş. Bu tarz, sistemde neyin yanlış olduğunu söyleme sorumluluğunu üzerine almak istemeyen güvensiz aydının tarzıdır, bu tarz tam da daha önce söylediğim gibi küçük-burjuvazinin tavrıdır.

Devamında şöyle diyor Daltaban:

Küfür, şiddet, cinsellik gibi aykırı dil biçimlerinin tiyatroda kullanımıyla ilgili iki ayrı fikir var. Bir grup son derece karşı. Biz oyunları seçerken oyunun içinde küfür olsun diye çabalamıyoruz ama yan yana gelen karakterler, içinde bulundukları koşullar bu karakterlerin dilini belirler. İki genç adamın sokakta birbirleriyle kavga ederken birbirlerine lütfen diye hitap ettiğini gördünüz mü siz? Ya da hayatınızda dolaylı -ya da dolaysız- şiddet görmediğiniz bir tek gün var mı? Ya da her gün gazeteler, tv, alışveriş merkezleri vs. cinselliği gözünüze sokmuyor mu?

Bir röportajın sınırlamalarının farkındayım. Bir röportajda her şeyi söyleyemezsiniz, ama çarpıtmazsınız da. Eksik anlatmazsınız da. Küfür, şiddet, cinsellik gibi unsurların tiyatroda kullanımına ilişkin iki ayrı fikir yok. Bu konuda, Daltaban liberal mantığını işletiyor: onlar var, biz varız. Küfür istemeyenler var, isteyenler var.

Hayır yanlış. Tiyatroda küfrü ve cinselliği kullanmanın tek biçimi in-yer-face değil. Bu unsurların kullanımı değil, nasıl kullanıldığı ve hangi bağlama oturtulduğu burada belirleyici olan. In-yer-face gibi, Daltaban gibi dünyanın bugünkü haline Marksist bir açıklama getirmeye çekinenlerin kullandığı şiddet ile, Marksist sanatçıların şiddeti ve küfrü kullanış biçimi arasındaki farkı bir koyalım hele.

Buna başka bir yazımda dikkat çekmiş ve şiddetin sanat eserinden asla dışlanamayacağını, ancak küçük-burjuva sanatçıların aksine, şiddeti sınıfsal bağlamına oturtmak gerektiğini söylemiştim. Ama tabi dogmatizmi parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.

Daltaban herhalde çevresine bakınca sürekli kafası karışık insanlar görüyor. O nedenle “artık hastalandık” diyor, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan. Hayır, dünya sadece In-yer-face severler gibi hastalıklılardan ibaret değil.

Evet, dünyada uğraşan, bedel ödeyen, sanat yapan, dünyayı anlamlandıran, dünyayı emekçilere anlatan insanlar da var. Onlar hasta değil, devrimci. Yozlaşmış, yönünü yitirmiş gençlerden farklı olarak, onlar şiddetin, küfrün, işkencenin en ağırını, en acımasızını yaşıyorlar ama farkındalar: Bunun devlet ve toplum arasındaki “kimyasal bağların” zayıflamasıyla değil, emperyalizmle, faşizmle, yani burjuvazinin iktidarıyla bir bağlantısı var.

Bugün anlatılmayanların, yarın da anlatılmayacağını düşünmek, ne büyük bir hata…
Hadi Daltaban, “herkes hastalandı” demeyi bir kenara bırak, gerçekten şiddeti ve küfrü sahneye taşımak istiyorsan, Engin Çeber’in öyküsünü ve bir bayram haftası hapishanede yaşadığı cehennemi anlat bize. Küfret, kafamızı duvarlara vur ve haykır sahnede: “İnsanlık onuru, işkenceyi yenecek!”

Referanslar:
Daltaban. “Artık hepimiz hastalandık” Radikal.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=&ArticleID=968206
“Tehlikesiz Hakikatler Tiyatrosu: In-yer-face”
http://seyiryeri.blogspot.com/2008/09/tehlikesiz-hakikatler-tiyatrosu-in-yer.html
Buğlalılar. “In-yer-face: Tarihsel ve Teorik Bir İnceleme”
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/980/12006.pdf

Bazı Dağların Gölgesi ve Örgütleyici İlke

Alatas_Her_Dagin

Evrim Alataş’ın romanı Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer üzerine…

Usta oyun yazarı David Edgar, “hepimiz birbirimizden farklıyız” der. Sonra da hemen vurgular: Ama tüm bu farklılığı mümkün kılan, benzer özelliklere sahip bir iskeletle donatılmış olmamızdır. Bu iskelet olmaksızın, çuval gibi yere serilirdik ve bizim biricik olduğumuz bilinemezdi. Aynı şey, insanların toplumsal ürünleri olan müzikler, resimler, romanlar için de geçerlidir. En farklılaştıkları anda bile, onların bu kendine has oluşunu sırtında taşıyan bir örgütleyici ilke buluruz hemen hepsinin altında. Kimi zaman bir karakter, kimi zaman bir olay örgüsüdür bu; kimi zaman da basit bir melodi etrafında örgütlenerek karmaşıklaşır bir konçertonun notaları.

Örgütleyici ilke bir sanat eserinde, o eserin farklı öğeleri arasındaki ilişkinin hangi temelde kurulacağını belirleyen fikirdir. Sanatçı bu fikrin rehberliğinde daha karmaşık bir yapıyı inşa ederken, her parçanın diğer öğelerle olan ilişkisini kurgular, belirli bir parçanın o bütün içinde nereye denk düştüğünü bu fikir sayesinde tayin eder.

Okumaya devam et

Kuzey İrlanda’da Ölüm Oruçları ve Boal Tiyatrosu

* Bu yazı Ağustos 2009’da Tavır dergisinde yayımlanmıştır.


Takvimler 1975 Ocak ayını gösterdiğinde, İngiliz Emperyalizmine karşı verdikleri mücadelede tutsak düşen PİRA (Geçici İrlanda Cumhuriyet Ordusu) militanlarını yeni bir savaş bekliyordu. Avrupa’daki burjuva demokrasinin kırık beşiği İngiltere, Kuzey İrlanda’daki zindanlarında tutsak ettiği İrlanda milliyetçilerini sindirmek ve onları İrlanda toplumundan tecrit etmek için, tutsakların üzerinde yeni bir baskı politikasını başlatmaya karar verdi.
İrlanda’nın İngiliz Emperyalizminden kurtulma çabası eskilere dayanır. İrlanda halkı 1919 yılında İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderliğinde verdiği mücadeleyle İngiliz Emperyalizmini yenilgiye uğratmış olsa da, bağımlılıktan kurtulamamıştı. İrlanda halkının bağımsızlık mücadelesinin daha yetkin bir gerilla mücadelesine dönüşmesi ve bağımsızlık taleplerinin daha güncel biçimlerle ifade edilmesi ise 1969 yılında PİRA’nın kurulmasıyla mümkün oldu. Tam adı Geçici İrlanda Cumhuriyet Ordusu olan ama yazıda bizim PİRA diyeceğimiz bu örgüt, kurulmasının ve eylemlere başlamasının hemen ardından geniş bir kitleden sempati topladı ve işgalcilere kan kusturmaya başladı. Fakat bir yandan da Omagh Bombalaması gibi pek çok sivilin canına mal olan ve harekete yönelik şüpheyi ve güvensizliği arttıran eylemler de yaptılar.
İngiliz Emperyalizminin hapishanelerde 1975 yılında başlattığı yeni zulüm dalgası, esasında tutsakken de örgütlenmeye ve örgütlemeye devam eden PİRA’nın yükselmeye başladığı bir dönemde alınan kimi “önlemlerden” ibaretti. Bu önlemlerden birincisi, tutsakları İrlanda halkından ve İngiliz kamuoyundan tecrit etme amacını taşıyordu. Buna göre tutsaklar H-Blokları adı verilen yeni bir binaya taşınacaktı. İddialara göre daha konforlu, daha işlevli bir binaydı bu. İkinci olarak, bu tutsakların siyasi statüsü artık kaldırılacaktı. Artık onlar da diğer mahkûmlar gibi, adi suçlu sıfatına sahip olacaklar ve böyle muamele göreceklerdi. Üçüncü olarak, kendi giysilerini giymeleri yasaktı, üniforma giyeceklerdi. Dahası, tutsaklar hapishane idaresinin sürekli olarak küçük hak gaspları ve kötü muameleyle kendilerinin yaşam alanlarını kısıtladıklarını söylüyorlardı. Eğer İngiliz işgalcileri bu tavırlarını sürdürürlerse, direnişçiler de buna uygun yanıtlar vereceklerdi.

https://i0.wp.com/upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/0/0e/Mural_-_Battle_of_the_bogside_2004_SMC.jpgİlk hamle 1976 Eylül’ünde Kieran Nugent adlı tutsaktan geldi. Üniforma giymeyi reddeden Kieran, hücresine çıplak bir halde atıldı. O da kendisini hücredeki battaniyeye sardı. Hapishane kurallarına göre üniforma giyemeyen hücresinden çıkamazdı. Böylece Kieran yedi gün yirmi dört saat süren bir hücre hapsine maruz bırakılmış oluyordu. Tarihi “Battaniye Protestosu” kısa süre içinde tüm hapishaneye yayıldı ve battaniyeler PİRA militanlarının baskıya direnişlerinin simgesi haline geldi. Buna karşılık İngiliz yetkililer, onların televizyon, radyo ve gazete erişimlerini, yazı yazma haklarını, mektuplaşma haklarını ellerinden aldı ve üzerlerindeki baskı ağırlaştı.
Hapishanedeki direnme savaşı adım adım büyüyor, şiddet giderek tırmanıyordu. 1978 yılında tutsaklar hapishane yönetiminin zorbalığına karşı, bir yıkanmama protestosu başlattılar. Üniformasız hücreden çıkma haklarını kazanmışlardı ama, kıyafetleri hala geri verilmemişti. İngiliz devleti bu sefer kendilerini kurulamaları için onlara ikinci bir havlu vermeyi reddediyordu. Yıkanmama protestosu buna karşı bir direniş oldu.
1980 yılına gelindiğinde H-Bloğu’nda 1300 İrlandalı tutsak vardı ve hapishanede giderek ağırlaşan işkenceli bir baskı görmekteydiler. Bu dönem, dışarıdaki mücadelenin de giderek hızının düştüğü bir dönemdi. 21 Ekim 1980 yılında tutsak komutan Brendan Hughes bir açıklama yaptı: “Geride bıraktığımız son dört yıl içinde hapishanedeki tüm diğer protesto olanakları tüketilmiş ve siyasi tutsak olarak tanınma taleplerimizi güvence altına almak için açlık grevine gitmekten başka yolumuz kalmamıştır.” 1970 yılında Belfast’taki hareketin önderlerden biri olan Hughes, bu açlık grevinin de önderliğini üstleniyordu.
27 Ekim’de başlayan ve 18 Aralık’a kadar süren bu açlık grevi, tutsakların hazırlıksızlığı nedeniyle kısmi bir başarısızlıkla sonuçlandı. 18 Aralık’ta grevcilerden birisi rahatsızlandı. Grevin önderi Hughes, daha tüm hapishaneden sorumlu olan direnişçi Bobby Sands’le bağlantıya geçemeden, rahatsızlanan grevci bir hastaneye nakledildi ve bu iletişimsizlik içinde Hughes grevi sonlandırma kararı aldı.
Direnişçilere vaat edilen kimi hakların verilmeyeceği kısa süre içerisinde anlaşıldı. Üniforma yerine sivil giysiler verilmesi konusunda anlaşılmıştı ama, tutsakların sivil giysilerden kastı kendi seçtikleri giysilerdi. İngiliz devleti ise kendi seçtiği sivil giysileri tutsaklara dayatınca, yeni bir anlaşmazlık başladı. Üstelik asıl talep olan, yani tutsakların siyasi tutsak statüsünün kabul edilmesi talebi hala geri çevriliyordu. Bu sefer, tutsakların siyasi statülerinin geri alınmasının 5. Yıl dönümü olan 1 Mart 1981’de ölüm orucuna başlanacağı duyuruldu. İrlandalı direnişçi Bobby Sands’i ölüme götüren ve İrlanda’daki direnişin alevini harlayan da işte bu ölüm orucu olacaktı.

https://proleteren.wordpress.com/wp-content/uploads/2009/09/e2de5-sands.jpgBobby Sands 1 Mart 1981’de ölüm orucuna girdi. Onunla birlikte toplam 23 kişi aralıklarla ölüm orucuna girdiler ve Sands de dâhil toplam 10 İrlandalı direnişçi bu ölüm orucunda şehit düştü. İsteklerini kabul ettiremeyip geri çekilmiş olsalar da, tutsaklar kimi gelişmeler de kaydettiler. Zira Sands’in ölüm orucunda olduğu süreç içinde, Birleşik Krallık Parlamentosu’nun İrlandalı milletvekillerinden biri kalp krizi nedeniyle ölmüş ve yerine Bobby Sands’ın seçilmesi için bir kampanya başlamıştı. Ölümünden hemen önce Sands milletvekili olarak seçildi. Bu hem ülke içinde hem de dışında Thatcher rejimine karşı kamuoyunu güçlendirdi. 5 Mayıs 1981’de, ölüm orucunun 66. gününde şehit düşen Bobby Sands’in tabutunun ardından 100.000 kişi yürüdü.
Pek çok PİRA önderi görünüşte bir yenilgi olan bu sürecin aslında hareketi canlandırdığını söylüyordu: O sırada PİRA’nın hapishane sorumlusu olan Brendan McFarlane “Ölüm orucu kurtuluş mücadelesinin doğasını yeniden şekillendirdi. Cumhuriyetçi hareket yeni bir titreşim yakalayınca bildik eleştiriler geçersizleşti, bize destek verenlerin çok az olduğu ya da hiç olmadığı yönündeki İngiliz miti yerle bir oldu ve halkla yeni bir mücadele dönemine doğru atıldık” diyordu. Aynı süreç İrlanda halkından daha çok kişinin giderek parlamenter yolu önerenlere yönelik güveninin sarsılmasını, silahlı mücadelenin gerekliliğine ikna olmasını sağladı. 1981 Paskalya Bayramı’nda yaptığı açıklamada PİRA “Sözümüz yalnızca silahlı mücadeleyle dinlenir olacak, ulusal bağımsızlığımızı ancak İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun yaptığı mücadele ile kazanacağız” diyordu.
Ölüm orucu tutsakların bilinçleri üzerinde büyük bir etki yarattı. Bir yandan dışarıdaki hareketin güçlenmesine katkı sunarken, diğer yandan hapishaneye yazılı materyallerin, kitapların ve dergilerin girmesi konusunda bir özgürlüğü canları pahasına kazanmış oldular. İçeride büyük bir kütüphanenin oluşturulması için kollar sıvandı ve eğitim faaliyetleri başladı. PİRA tutsakları çoğunlukla milliyetçi ve cumhuriyetçi içgüdülerle İngiliz emperyalizmine karşı savaşıyorlar ve yoğun bir Hıristiyanlık inancıyla donanmış oluyorlardı. Bu eğilim ölüm orucu sonrasında değişti. 1996 yılında H-Blok’a transfer edilen bir PİRA militanı, kütüphanede tarihsel materyalizme dair kitapların bu kadar çok olması karşısında şaşırmıştı. Lenin’in, Marx ve Engels’in, Fanon’un kitapları, güncel mücadelelere, Nikaragua’ya ve Vietnam’a ilişkin kitaplar, kapitalist ekonomiye ve gerilla savaşına ilişkin çözümlemeler rafları doldurmuştu. Büyük bir okuma ve öğrenme hırsıyla dolu olan tutsaklardan bazıları, devrimci sosyalist eğilimler kazanmaya başladılar.

https://i0.wp.com/upload.wikimedia.org/wikipedia/en/thumb/b/b0/IRA_Resistance_Poster.jpg/800px-IRA_Resistance_Poster.jpg


Öte yandan, İngiliz emperyalizmi PİRA tutsaklarına adi suçlu gibi davranma tavrından vazgeçmedi. Hatta bu uygulamanın devamı olarak Provolar (PİRA militanlarına verilen isim) Kuzey İrlanda’lı diğer mahkûmlarla aynı koğuşlara konulmaya başlandılar. Tutsaklar bunun üzerine Kuzey İrlanda’nın çeşitli bölgelerinden gelen ama siyasi suçlu olmayan tutsaklara yönelik bir propaganda faaliyeti başlattılar. Bu faaliyetin önemli bir yönü de örgütsüz ve bilinçsiz bu insanların bir şekilde siyasallaştırılması ve harekete katılmasıydı. Böyle bir siyasi faaliyet için uygun bir araç arayışında olan PIRA militanları, aradıklarını Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” ve Augusto Boal adlı Brezilyalı tiyatrocunun “Ezilenlerin Tiyatrosu” adlı kitaplarında buldular. Çok kısa bir zaman önce aramızdan ayrılan Boal’in geliştirdiği “Forum Tiyatrosu” yöntemi ilk kez 1983 yılında kez H-Blok’ta uygulamaya konuldu.

https://proleteren.wordpress.com/wp-content/uploads/2009/09/a3eff-boal.jpgKısaca bahsedecek olursak, Freire’nin pedagoji tasarımında öğretmen ve öğrenci arasındaki keskin sınırlar flulaşır. Öğretmen ve öğrencisi arasındaki ilişki tek taraflı ve sürekli olarak öğretmenin verdiği ve öğrencinin aldığı bir ilişki değil, öğretmenin de öğrencisinden öğrendiği bir ilişkidir. Aslında Marksist diyalektiğin ve örgütlenme teorisinin temeli olan bu öğrenci-öğretmen diyalektiği forum tiyatrosunda bambaşka bir biçim aldı. Pasif seyirciyi oturduğu yerden düşünmeye zorlanmakla yetinilmeyecektir artık. Onun kendi oyununun oyuncusu olmasını sağlamak için seyirciyi bizzat sahneye çıkarmak gerekir ve oyuncular ya da yazar tarafından üretilmiş bir oyunu değil, yine kendi hayatından çıkarılmış bir oyunu sahneye taşımak şarttır. Seyirci ve oyuncu ayrımı ortadan kalkmasa bile muğlaklaşacak, seyirci olası eylemlerinin sonuçlarını deneyerek görebilecektir. Sonuçta geriye en sağlıklı sonuç kalacaktır: Ya bu düzeni devirmek ya da yok olmak.
PİRA’lılar da forum tiyatrosu yöntemini hapishane koşullarına uyarladılar. “Kızıl kitap” adını taktıkları tutsaklar koğuştan koğuşa çeşitli bahanelerle transfer olup, buralarda tiyatro ve yazın faaliyetleri, kitap sirkülasyonu gibi işleri üstleniyorlardı. Bu tutsaklar bir hücreye geldiklerinde, yanlarında yine tutsaklar tarafından yazılmış bir oyun metnini de getiriyorlardı. Bu metinden yola çıkarak önce diğer mahkûmların da rol aldığı bir tiyatro oyunu sahneleniyor daha sonra hep birlikte oyun üzerine tartışılıyordu. Boal’in teorisine uygun olarak, bu oyunlarda herkes oyuncu herkes seyirciydi. Daha sonra seyirci-oyunculardan gelen yorumlara göre metin gözden geçiriliyor, gerekirse kimi bölümler eklenip çıkartılıyordu. Tiyatronun bu kullanımı militanlar ve diğer İrlandalılar arasında sadece bir eğitim ve bilinçlendirme ilişkisi kurmakla kalmadı, bunun ötesinde bir dayanışma ağı kuruldu ve tutsaklar arasındaki birliktelik hissi de güçlenmiş oldu.
Sanatın seyircisiyle olan bu yakın ilişkisi, kaçınılmaz olarak onun niteliğine de yansıdı. Tiyatro tarihçilerinin Kuzey İrlanda tiyatrosunun o dönem en çok etkilendiği kaynağın H-Blok’ta yapılan tiyatro olduğunu söylemesi boşuna değildir. O dönem PİRA’ya angaje olan “dışarıdaki” tiyatrolar sanatta çok daha ajitatif bir seyir izliyorlar, ağırlıklı olarak cumhuriyetçi temalarla ve duygusal bir tonda seyirciye sesleniyorlardı. Fakat içeride bambaşka bir faaliyet yürüyordu. Çok daha farklı bir yaklaşımla, mahkûmlarla fikir alışverişi içerisinde kürtaj, ırkçılık ve eşcinsellik gibi temaların da ele alınabildiği bir forum tiyatrosu yapılmaya başlandı. Bir tür birleşik cephe taktiği güden PİRA’lılar, politikleştirmek istedikleri kitlenin güncel dertlerini sosyo-ekonomik sisteme bağlayabilecekleri, sistemle herhangi bir noktada çelişkiye düşen ezilenleri sisteme karşı yöneltip savaştırabilecekleri bir kültürel faaliyet içine girmiş oluyorlardı.

https://i0.wp.com/www.ac-nancy-metz.fr/enseign/anglais/Henry/uk_colour_map.gifNe var ki, tüm bu çabalar örgütün ideolojik bir netliğe ulaşması için yeterli olamadı. Hareketin başından beri taşıdığı milliyetçi özü onun Kuzey İrlanda halkının bir kesiminden destek almasını kolaylaştırmış olabilir, fakat PİRA milliyetçi siyasetini tutarlı bir sınıf siyasetine çevirmekte isteksizdi. PİRA’da işler tersine çevrilmişti: Normalde proletarya öncülüğündeki bir birleşik cephede, küçük-burjuva milliyetçi unsurların varlığı belirli bir dereceye kadar hoş karşılanabilir. PİRA’da ise Marksist-Leninist sosyalistlerin varlığı “hoş karşılanıyordu”. Bu da kaçınılmaz olarak örgütü sağa savurdu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emperyalist saldırının daha da azgınlaşması karşısında, önce silahlı mücadeleyi stratejik bir mücadele biçimi olmaktan çıkarıp, taktik bir mücadele biçimine dönüştürdüklerini ilan ettikleri TUAS adlı bildiriyi yayımladı PİRA. Daha sonra da uzlaşmazlığı ve bağımsız Kuzey İrlanda Sosyalist Cumhuriyeti fikrini bir kenara bıraktı. Ve nihayet 1998 yılında emperyalist bir barışa yönelik adımlar atılmaya başlandı.


PİRA’nın geride bıraktığı direniş kültürü, pek çok bakımdan önemli ve tipiktir. Türkiye’nin koşulları İrlanda’nın koşullarından çok farklı olmakla birlikte, direnmek ve halkla iletişim kurmak için tüm imkânların seferber edilmesinden, bir propaganda ve örgütleme aracı olarak sanatın etkin kullanımından öğrenilecek çok şey vardır. Boal’in tiyatrosu bugün de halkın örgütlenmesi ve sistemin sorgulatılması açısından devrimcilerin elindeki silahlardan biri olmaya devam ediyor. Diğer taraftan PİRA’nın tarihi, sınıf siyasetinin ve uzlaşmazlığın terk edilmesinin mücadeleye verebileceği onulmaz hasarı gösteren bir ders niteliğindedir. Bu dönemde Kuzey İrlanda’da yazılmış oyunlardan birinde şöyle der: “Barış, savaşın yokluğu değildir. Barış, savaşı yaratan koşulların yokluğudur.” PİRA’lılar bu hakikati unuttularsa da, verdikleri mücadelenin doğrularını ve yanlışlarını dünya devrimci hareketine miras olarak bıraktılar.
Yararlanılan Kaynaklar:
Richard English. Armed Struggle: The History of IRA. Macmillan, 2003
Jeanne Colleran ve Jenny S. Spencer. Staging Resistance: Essays on Political Theater. Michigan, 2001.

Velet Temaşası Ayetleri

Vaziyet Sûresi

1. De ki: bu size getirdiğim hiç şüphesiz doğruluk yolundan şaşmayanlar için değil, başkalarının veletleri üzerinden dünya malı elde etmeye uğraşanlara yöneliktir. Onlar veletleri bilmezler, temaşayı bilmezler, oyunculuğu bilmezler, sahne nizamını bilmezler ama yine de ucuz oyunlar yapıp fahiş paralar alırlar.

2. Bilmezler mi ki, velet dediğin ahmak ve kandırılacak bir varlık değil, aksine bambaşka bir müstevide yaşayan, ilerlemeye ve öğrenmeye meraklı bir varlıktır. Dikkati dağınık olmakla birlikte bir kere ilgisi çekildiğinde temaşayı benimser. Ama onlar bilmezler; sanırlar ki oyunlarına veletlerin gösterdiği ilgisizlik, onların değil veletlerin suçudur. En büyük cezaları da cihanda bir iz bırakmadan yitmek olacaktır.

3. Ne büyük bir cehaletin kıyısında olduklarını da anlamazlar. Onlar sayesinde veletler büyüdükçe temaşaya duydukları hınç da büyüyecektir. Yaptıkları istikbaldeki temaşanın altını ufak ufak oymaktır. Ama gözlerine perde inmiş, kulakları duymaz olmuştur artık. Menfaatleri yüzünden ancak anın peşine düşerler.

4. Bilmez miyiz ki, aslında tüm cürüm onlarda da değildir. Bu vaziyet içinde onların başka türlü davranması da kolay değildir. Lakin şimdilerde ellerinden alınmış olan ihtilalci şuur vaktiyle tüm memleketi sarmıştı; ne dillere destan temaşalar vücuda getirildiğine bizler de şahit olmuştuk. Tüm bu şuur geri kazanılmaksızın arpa boyu yol gitmenin mümkünsüz olduğunun şüphesiz bizler de idrakindeyiz. Ama tüm bu hakikatler yine de onların omzundaki yükü azaltmayacaktır.

5. Günümüzdeki vaziyeti göster onlara. Memleket baştanbaşa istila edilmiştir, faşizm hükmünü sürmektedir ve iktisat tamamen harici devletlerin denetimine girmiştir. Halk da varolan berbat vaziyete karşı koyacak şuuru yitirmiştir. Tüm bunlar vuku bulurken, sanatın şah damarı demek olan cemiyetin hareket kabiliyeti böylesine daralmışken, temaşanın muvaffak olması beklenebilir mi? Bunlara mukabil Devlet Temaşası da istikbalimiz olan veletleri umursamaz olmuş, mektepten mektebe gezen ne idüğü belirsiz kumpanyalar peydahlanmıştır. Artık velet temaşası bir yana, ergin temaşasından bile, münferit kimi oyunlar dışında, hafızada yer eden işler çıkmaz olmuştur.

6. De ki: Size özgürlüğü haram eden zihniyet bunu yalnızca mecliste, fabrikada değil, hayatın her alanında haram etmiştir. Farkında değil misiniz? Nasıl olur da bu kelepçelerden azat olmadan, sanatı istiklaline kavuşturmayı hayal edersiniz ve nasıl olur da sanatınızı bu kelepçeleri yokmuş gibi göstermek üzerine bina edersiniz?

Tema Sûresi1. Kuşkusuz bizler onların oyunlarındaki meselelere haiziz. Onlar itinasızca yazdıkları oyunlarının vardıkları noktayı görmezler. Malumat sahibi değiller ama eyliyorlar.

2. Onlara hayvanlı oyunları anlat. Maymun, Kral Aslan’ın hazinesini çalıyordu da Aslan, Baykuş ve Tavşan’ın yardımıyla sonra onu hapsediyordu. Orada Aslan’ın bu hazineyi nereden bulduğu hiç sorgulanmıyordu! İşte böylelikle hükmünü süren sınıfın malını ve mülkünü koruma çağrısı yapar, yoksullara ve yoksulluğa bir nebze olsun söz değdirmezler. Bunlar genç dimağları uyuşturmaktan ve düzene tercüme etmekten başka bir işe yaramayan nafile çalışmalardır. Böyle işlerden sakınsınlar.

3. İçlerinde, temayı oyunun sonunda söylenmesi farz olan tek bir cümle sananlar da vardır. Onlar ki tüm oyun zarfında başka bir şey anlatır, oyunun sonunda da veletleri ahmak yerine koyarak oyunun manasını söylerler; işte onlara ne sahnede ne de sahne ardında rahat yoktur. İnan olsun, o kötü oyunlarda bu söylediklerimiz yaşanmıştır.

Hayvanat Sûresi

1. Biz onlara vaka örgülerini daha iyi bina etsinler, oyun şahıslarını daha iyi vücuda getirsinler diye daha önce de kitaplar göndermedik mi?

2. Cehalet gözlerine kalın bir perde çekmiştir. Sanırlar ki oyun şahıslarını derin çizerlerse ahmak sandıkları veletler bunu anlamaz. Bilsinler ki, o hor gördükleri veletler onlardan da akıllıdır.

3. Neredeyse bütün oyunlardaki şahıslar hayvanattan başka bir şey değil; üstelik hepsi birer tip. Böyle yapınca oyun veletler için daha anlaşılır, daha güzel mi oldu? Kuşkusuz hakikat böyle değildir. Oyunlar nasıl olursa olsun dünyanın hakikati değişmeyecektir. Öyleyse bunlar veletleri hacimsiz oyun şahıslarıyla tanıştırmakta, onlara hiç olmamış, olmayan ve olmayacak yalanları göstermekte neden bu kadar ısrarcıdırlar? Çünkü başka türlü yapmanın hem daha çok itina, hem daha çok mesai hem de daha çok mesuliyet gerektirdiğinin farkındadırlar.

4. Onlara şöyle de: Hakikat ölüm gibidir. Ondan kaçmanın yolu yoktur. Oyunlarınızda ölümü, ayrılığı, mutsuzluğu göstermekten neden korkarsınız? Veletler bunlarla karşılaştıklarında korkup ürkmezler, aksine bilmek hoşlarına gider; hem bunlar hakikatlerdir, sanki dışarıda çok güzel bir âlem varmış gibi, ne diye veletlerinizi bunlardan uzak tutasınız? İstikbâlde, ihtilal için başkaldırdıklarında da, onlara dur mu diyeceksiniz? Tekmil dünya amelelerine sırtınızı mı döneceksiniz?

Oyuncu Sûresi

1. Şüphesiz ki, biz onlara kendilerini geliştirsinler diye oyunculuk usulleri icat eden insanlar gönderdik. Ama onlar yüz çevirenlerden oldular.

2. Seyreylediğimiz oyunlara bir bak. Oyuncular manasızca sağa sola zıplıyor, hareket gülüncü olsun diye kendilerini yerden yere vuruyorlardı. Kimi zaman, aralarından birisi çıkıp çocuklara dönüyor ve şöyle sesleniyordu: “Öyle değil mi veletler?” Hani kimi veletler kalkıp “eveet” diye bağırıyordu da, kimisinin dikkati dağınık seyir yerinde koşuyordu.

3. Bu yaptıkları önce riyakârlıklarındandır. Ama daha da mühimi velet temaşasından bihaber oldukları içindir. Yaptıkları işe ve seyircilerine saygı duymadıklarından, kendi gemilerini yürütmekten başka kayguları olmadığından çalışmazlar. Bilmezler ki velet ciddiye alınmadığını anladığında oyundan hemen bıkar.

4. Anlat onlara: bizde işini iyi yapanlara sonsuz ödüller vardır. Ama işlerini iyi yapmayanlar, veletlerin parasını alıp hakkınca temaşa vermeyenler, hürriyetin ve amele sınıfının yolundan şaşanlar, zalimler tarafından kullanılıp atılır. Onlardan kendilerine bile hayır yoktur.

Deva Sûresi1. Onların arasına karış. İçlerinde gözünü para hırsı bürümüş olanlar kadar, yolunu şaşırmış ama iyi niyetli olanlar da vardır. Vakıa eğer bir terakki hâsıl olacaksa işte bu iyi niyetlilerden gelecektir.

2. Sen onları tenkit ettiğinde sana şöyle diyeceklerdir: “Peki ama ne yapmak gerek?” De ki: “Vaktiyle aranızdan ilerici temaşa yapanlar çıkmıştı. Onların ihtilalci bir şuurla, ihtilalci temaşalar yapması yalnızca bir tesadüf olabilir mi? Şüphesiz ki hayır. Onlar inançları gereği yaptıkları işe saygı duyup sahip çıkmışlar, her zaman daha iyisine ulaşmak için çalışmışlardı.”

3. Sana şöyle cevap verecekler: “Para olmadan nasıl çalışalım ulvi amaçlar için?” De ki: Para için değil, ihtilal için çalışın. İhtilalcı teşkilatlara katılın, amelelerin çocuklarına hürriyeti, isyanı anlatın. Temaşa gibi cemiyetle ilgili bir sanat, cemiyetin ve bilhassa halkın kendisi toparlanmadan, onların şuuru gelişmeden toparlanamaz, gelişemez.

4. Sana oyunlarını daha iyileştirmek için neler yapabileceklerini soracaklar. Onlara oyunlarını yazarlarken daha dikkatli olmalarını söyle. Vaka örgüsü başka, teması başka oyunlar yazmasınlar. Oyun şahısları arasındaki tezadı derinleştirmekten de çekinmesinler ki kahramanın dönüşümü daha çok mana yüklensin. İyi yazılmış oyunlara baksınlar, şüphesiz orada hakikati, hakikatin en hezeyanı uğratıcı halini göreceklerdir.

5. Oyun şahıslarını derinleştirmekten neden kaçıyorlar? Sanıyorlar mı ki veletler hakkınca yapıldığında sahnede derin şahsiyetler görmekten hazzetmesin? Onlar oyun şahıslarını derinleştirmedikçe tezat derinleşmiyor, bu nedenle de oyunları her daim manasız ve yalandan bir değişimle son buluyor.

6. Velet hakkında bilgi sahibi olunmadan onlara oyun yapmak hatalıdır. Her çağdaki veledin kendine has bir tutumu bir idraki vardır. Sizler tüm veletleri aynı kefeye koyup ciddiyetsiz oyunlar yapıyorsunuz. Sonra herkesten istediğiniz memnuniyeti alamayınca seyirci yok diye sızlanıyorsunuz.

7. And olsun, doğruluk yolundan şaşmayanlar ve bu öğütlerimizi takip edenler temaşa sanatında başarıya ulaşacaklardır. Onlar veletlerle dolu bir cennette sonsuz alkışa gark olmayı hak edenlerdir.


* Bu yazının farklı bir versiyonu Sahne dergisinin Mayıs-Haziran 2007 sayısında yayımlanmıştır.

Burjuvazinin Utangaç Dostu: Eugene Ionesco


Eugene Ionesco’nun tiyatro düşüncesine dair.
Geçtiğimiz yüzyılın sanatı, kendine has bir romantik doğurdu. Özellikle yüzyılın başında, emperyalist çağın küçük burjuvaları yeni ve çok verimli bir yöntem keşfettiler: devrimci olmadan devrimci görünmenin, sistemle uzlaşmaz çelişkiye düşmeden burjuva karşıtıymış gibi yapmanın yollarını buldular. Oyun yazarı Eugene Ionesco da bu romantik küçük burjuvalardan birisiydi.Kullanılan taktik basit ve net. Giderek “rasyonelleşen” toplumdan dem vuracak, insanın aslında irrasyonel olduğuna lafı getireceksiniz. Hiçbir sistemin insanın bu içgüdüler tarafından yönlendirilen, bencil, karanlık tarafına derman olamayacağını söyleyerek, varolan tüm sistemlere muhalifmiş gibi davranacaksınız. Sınıflar mücadelesinde bu taktik çok tutar. Kapitalist sistem, bütün herkesi kendi yanına çekmenin imkansız olduğunu bilir, diğer muhalif unsurları bir tür umutsuzluk teolojisiyle pasifize ederek, onun mücadele eden halkın yanına katılmasını engeller. Ülkede de 1980 sonrası benimsenen “solun dogmatizmi”, “Marksist-Leninist örgütlülüğün aslında çok hiyerarşik” olduğuna ilişkin naneler, pompalanan bireycilik ve umutsuzluk işte bu taktiğin bu coğrafyaya uyarlanmış bir versiyonuydu.Georgy Lukacs, o zor anlaşılır kavramlarından birini ortaya atıyor ve emperyalizmin bu yeni savunuluş biçimine “dolaylı savunma” diyordu. Ne demek bu? Farz edin ki, önünüzde sınıf bilinci ve örgütlülüğü giderek yükselmeye başlamış, “kapitalizmin ne kadar da insan doğasına uygun bir sistem olduğu”nu dinlemeye karnı tok bir kitle var. Eğer burjuvazi eski yalanlarına devam etseydi, başını cidden derde sokar ve kitleler üzerindeki ideolojik hegemonyayı yitirirdi. Bu nedenle emperyalist çağın felsefesi, daha ziyade “dolaylı savunma” yapmaya girişti. Sorunu bir sistem sorunu olmaktan çıkarıp, bir insan sorununa, hiçbir sistemin çözemeyeceği, çözeceğini söyleyenlerin de aslında yanıldığı bir insan özü sorununa tahvil etti. İnsanlar arasında iletişim imkansızdı, dil yetersizdi, yanlış anlamaya mahkumduk, üstelik kapitalizm kötüydü ama hiçbir devrim de insanın derdine derman olamazdı. Kesif bir umutsuzluğu pompalamak, insanlara boyun eğdirmenin en güzel yöntemlerinden biridir.Bir küçük burjuva olan Ionesco’nun tiyatro düşüncesinde, bu fikriyatın izi çok açık ve nettir. Örneğin bir yazısında şöyle der: “Biz değişmez bir gerçeğe yaklaşmaktan, ondan uzaklaşmaktan, sonra gene ona yaklaşmaktan başka bir şey yapmıyoruz.” Değişmez gerçek, ne kadar orijinal bir fikir. Bunu belki bir kilise papazından duysak içerlemezdik de, oyunları böyle ciddiye alınıp sergilenen birinden duyunca şaşırıyor insan. Başka bir yerde de statükocu idealizm propagandasına devam ediyor zat:

Hiçbir toplum insanın üzüntüsünü yok edemedi, hiçbir politik düzen bizi yaşamanın acısından, ölüm korkusundan, mutlak olana duyduğumuz susuzluktan çekip alamaz; toplumsal koşulu yönlendiren insanlığın durumudur, aksi değil.

Buradaki bireyciliğe ve varoluşçuluğa bilmem dikkat ettiniz mi? Neden hiçbir politik düzen derdimize deva olamıyor? Çünkü insanın içinde, onu her daim kötü, umutsuz kılan bir öz vardır. Ve Ionesco bilimsel hakikatin tersi yönüne koşuyor: İnsana kendini kötü hissettiren toplum değildir, insanların özünde kötülük olduğu için toplumun hali de vahimdir, aksi değil. Böyle bakılınca, Ionesco’nun oyunlarının neden burjuvazi tarafından ötelenmediğini, sahiplenildiğini anlamak öyle çok zor değil. Arayıp da bulamadıkları psikolojizm.Tutarlı düşünce çizgisini hiç bozmadan devam ediyor Ionesco başka bir yazısında:

Tüm insanlığın temel ortak sorununu ortaya çıkarmak için, kendime benim temel sorunumun ne olduğunu, benim en yok edilmez korkumun ne olduğunu sormam gerekiyor. O zaman tam anlamıyla herkesin sorunlarını ve korkularını bulacağımdan eminim. . . oyunlarımın özünü, düşlerimde, üzüntümde, karanlık isteklerimde bulma hakkını taşıyorum.

Görüldüğü üzere, şimdi başka bir hamleyle sanatın odağı kaydırılıyor Ionesco tarafından. Sanat artık toplumla, siyasetle, sınıfların durumu gibi şeylerle ilgilenmeyecektir. Apolitik olacaktır. Eğer ortada bir sorun varsa, bu sınıflar sorunu değil, genel bir insanlık sorunudur. Sınıflardan, üretim ilişkilerinden bağımsız, fabrikaya gitmeyen, tarlada çalışmayan, patron koltuğunda oturmayan, kadın ya da erkek olmayan bir insanın genel sorunudur bu. Bölücülük yapmayalım sevgili Marx, Brecht, sevgili Lukacs.
Ionesco besbelli işçi sınıfı denilen şeyden, ataerkil toplumun kadınla erkek arasında inşa ettiği eşitsiz ilişkiden bihaber, kendi dünyasını herkesin dünyası sanıyor. Ama farklı farklı yazılarında savunduğu düşünce çizgisini hiç bozmuyor. Politik tiyatroya ilişkin de şöyle kıymetli fikirlerini paylaşıyor bizimle:

Politik tiyatro toplumun beklentilerini yansıtmaktan uzaktır; bu tür tiyatro yaşama belirli ve amaçlı bir bakış açısından baktığı, bu yüzden de sınırlı bir insan ve toplum gerçeğini yansıttığı için insansal yanını yitirmiştir.

Mantık dizgesine lütfen dikkat edelim, bu bütün küçük burjuva akımlarında rastlayacağımız ortak bir şablondur. Bugün de hala geçerliliğini korumaktadır, bu nedenle de anlamak önemli.Şimdi, demek ki neymiş? Siyasetin ve toplumsallığın ötesinde, elimizde toplumdan bağımsız, ondan etkilenmeyen ama sürekli onu etkileyen bir soyut insan ve onun soyut kötülükleri var. Diğer taraftan, siyasal tiyatro sınırlı bir insan ve toplum gerçeğini yansıttığından, üstelik amaçlı bir bakış açısından baktığı için (özetle idooolojik bakmakla suçlanıyoruz yani, açık açık) yetersiz kalıyor.Aslında Ionesco sınıf içgüdüleri güçlü bir insan. Sınıfsal çıkar meselesini açıktan dillendirmese de, toplumda yaratılan işçi-patron, proletarya-burjuvazi ayrımından, sınıf bilincinin yükselmesinden yakındığı belli. O nedenle statükoyu tahkim etmek için, uyuşmaz çıkarları olan iki kesimi, ezen ve ezileni aynı çatı altında birleştirmek için hamle ediyor, bunu da en üst soyutlamadan, “hepimiz insanız ve ortak bazı sorunlarımız var” gamından yapıyor. Politik tiyatroya yönelik “sınırlılık” suçlaması da zaten bu endişeden kaynaklı. İşçi sınıfının sorunlarından bahseden ve burjuvazinin bu sorunların yaratıcısı olduğunu söyleyen bir tiyatro onu açmıyor, çünkü “herşeyden önce bir insan” olan burjuvazinin de bazı sorunları, bunalımları var, düşleri var. Özetle mesele sınıf sorunu değil, insan sorunu. Gelin birlik olalım. Olur mu sevgili Marx?Ionesco’nun tiyatrosu, gerici içeriğini biçimci yeniliklerle gizlemeyi kısmen başarabilmiş bir tiyatrodur. Hala pek çok insan, Ionesco’nun tiyatrosunun burjuva tiyatrosu olduğunu söylediğinizde bu yüzden kırılgan davranabiliyor. Zira insanlar emperyalizmle birlikte burjuvazinin taktiğinin değiştiğini kabul etmek istemiyorlar. Onlara göre burjuva tiyatrosu denilen şeyin, açıktan işçi sınıfına ve sosyalizme küfür etmesi, ya da serbest piyasaya övgüler düzmesi filan gerekiyor. Bu çok dogmatik ve egemen sınıfın değişen ve gelişen taktiklerinin üzerini örten, onları anlamayı zorlaştıran bir bakış ve bir an evvel terk edilmeli. Çünkü sınıflar mücadelesinde masum söylem yoktur.
Kaynaklar:• Eugene Ionesco, “Gene öncü tiyatro üzerine,” çev.: Salah Birsel. Türk Dili Dergisi-Tiyatro Özel Sayısı ( Ankara: 1966 ).• Esslin, Martin. Absürd Tiyatro, çev.: Güler Siper. (Ankara: Dost Yayınevi, 1999).• Eugene Ionesco. Tüm Oyunları 2, çev.: Hasan Anamur. (İstanbul: Mitos Boyut Yayınları, 1997). Hasan Anamur’un önsözünde yaptığı alıntı kullanılmıştır.